ŞEHİR VE İNSAN ÜZERİNE
Sivaslılar olarak en az 7000 yıllık bir şehrin sakinleriyiz. Şehir kadim olunca, bu şehir ve bu şehrin insanı üzerine söylenecek çok şey oluyor. Velakin biz çok şey söyleyebilecek kemale erebilmiş değiliz. Bu nedenle; Şehri Sivas’ın çelebilerinden Doğan Erdinç ve Mehmet Şarkışla beylerin, iki latîf sohbet ile anlattıklarından dimağımızda kalanları sizlerle paylaşmak muradındayız. (Sivas sınırları içerisinde yer alan yerleşim birimlerinde, Tunç Devri (M.Ö. 3000-1500) kalıntılarından Kalkolitik Çağ’a (Maden Taş Devri M.Ö. 5000-3500) Prehistorik buluntulara kadar tarihi veriler elde edilmiştir.)
Yazımızda bu şehrin iki insanının gözünden şehre dair izlenimlerinden bazılarını aktaracağız. Doğan Hoca kendisini mütakait bir öğretmen olarak takdim etse de, kendisi Vakıflar Bölge Müdürlüğü yapmış, milli takımın kapısından dönmüş bir sporcu, ilimden emekli olmamış nev’i şahsına münhasır bir âdemdir.
Dillere pelesenk olmuş olsa da “her şeyin başı eğitim” diyoruz ya Doğan Hoca da “eğitim” ile başladı. Eğitim kelimesiyle, “eğmek” ile ilgisinden mütevellit pek de hoşlaşmadığını anladık. “Her mahlûka eğitim verilebiliyor ama irfan insana mahsustur” dedi. Hoca, ince belli bardaktaki çayı ile lebini ıslatırken araya giren Mehmet Hoca, “meslek hayatımız boyunca, birkaç tane öğrencimiz ben şu hoca gibi olacağım demiyorsa vah biz öğretmenlere, hocalara” demeyi de ihmal etmedi.
Mevzu maarif olur da muallimler muvzu bahis olmaz mı? Doğan Hoca da aralarında; Erzurumlu Vaiz Ahmet Hoca, Hacı Şevki Efendi (Albay lakaplı kurra hafız, 1. Dünya Savaşına katılmış.) Hikmet GÜRSOY- (Doğan Hoca’nın Tokatlı hocasıymış. Hommongros diye anarlarmış. Doğan Hoca, hocasının hitabet dersi icat ettiğini, “Rahatü’l Ervah makamında mehter takımı kurduğunu ağzından çıkan en kötü sözün “Kalk kahrolası, layığını bul” naifliğinde olduğunu söylüyor.) Abidin Aydın- Halil Can’ül Mevlevi (İslam Enstitüsü), Vasfi Rıza ZOBU (Şehir Tiyatrolrının son büyük temsilcisi), Ali ÜSKÜDARİ Efendi (Osmanlı tarzının son önemli taşıyıcılarındandır. 103 yaşında ölmüştür.) Mahir İZ (Tasavvuf Tarihi), Mehmet TAPLAMACIOĞLU gibi isimlerden, tek tek “ruhu revanı şad olsun” diye minnet ve özlemle bahsetti.
Sultan Şehir Sivas’ın geçmişte Osmanlının bir eyalet merkezi olduğundan bahisle, bu büyük eyalette farklı din ve kültürlere mensup insanların birlikte yaşadığı hatırlatıldı. Nişan adlı Ermeni gençten, Mühtedi Yahudi Yedek Parçacı Ekrem Adar’a, Kahvaltıcı Viktor Şengelya’ya, Taife’i Çerakis’e kadar anekdotlar anlatılarak, bu kadar farklı renklerin nasıl bir bütün oluşturduklarına dair hatıralar aktarıldı. Bu hatıralar aktarılırken, işin musiki kısmı, bizzat musikişinas Doğan Hoca tarafından icra edildi. “Ben topala kız vermem” diye başlayıp “hıngır mıngır”… diye devam eden, başlangıcı Türkçe devamı Ermenice hüseyni şarkıyı kendisinden dinlemiş olduk.
Bir şehrin geçmişinden bahsetmek biraz da bugünü ile kıyaslamak demek. Bir malı kâr marjı %15 iken %20 ile satan evladını “bu yaştan sonra bize haram mı yedireceksin hödük” diye tokatlayan bir Sivas esnafını, günümüz anlayışıyla elbette kıyasladık. Premarket döneme ait bir külek yağ, bir seklem un, temizlikte çivit dönemi, sandal(bir çeşit ayakkabı), dahil (eskiden esnfların dükkan içinde kastıkları kulübe görünümünde para aldıkları yer) gibi müsemmaları yeni duyanlarımız oldu belki. Yine o günlerde, steno gibi bakkal defteri tutulduğunu, gazezler ya da gazazları, işlerin müşareket usul ile yapılmasını, “harnim –parnim olmayı, Laluğun Oğlu Selahattin’i, Kızılbaşoğlu Yâdigar’ı, Çolak Cahit’i, Oğlan Çavuş Mahallesi’ni (Bahtiyar Bostan Mahallesi), ince sazlarla inleyen sıra gezmelerini (“sıra gecesi” ile karıştırılmamalıdır), herfeneleri, haminneleri, Kamil Kitabevi’ni, Revak Dergisi’ni, şapka çıkararak selamlamayı, mâbâdi ile çekilmeyi, def’i gam etmeye gitmeyi, “kın” gitmeyi, kedilere “pisik” dendiğini, Hanifü’l Mezhep ve Bektaşi’l Meşrep olmayı… kendi ifedeleriyle rube ru dinledik.
Yine o günlerde; kapıların anahtarla açılmadığını, annelerin pijamayla dahi çocuklarının karşılarına çıkmadıklarını, çay için adam başı ikişer bardak, yarım bardak da kaynama payı konularak mantisde kaynatıldığını, tv de Aşk’ ı Memnu dizisinin oynadığını ve bu dizideki (Salih GÜNEY- Müjde AR) flu bir buse sahnesi sonrası aile fertlerinin utancından yerin dibine girdiğini, kırk sene sonra bütün çirkeflikleri maa aile seyrediyor hale geldiğimizi de Mehmet Hoca’dan dinledik.
Elbette; “medeniyetin, kültürün naklinde geniş aile etkisi büyüktür, çekirdek aile-adı üstünde çekirdek gibi çitliyor, hükmü yok,” diyor Doğan Hoca. İnsan soruyor ister istemez: hangisi mütemeddin bir hayat idi?
Bu sohbet ortamını tanzim eden Vicdan Hareketi Derneği Başkanı Mehmet TOYRAN kardeşime teşekkür eder, esenlikler dilerim.