Ekleme
Tarihi: 24 Nisan 2024 - Çarşamba
7. ayında bütün vahşet ve küstahlığıyla devam etmekte olan İsrail soykırımı dünyanın farklı bölgelerinde, aslında aynı dünya düzeninin bir tezahürü olarak gerçekleşmekte olan başka sorunları gölgede bırakıyor. Kesinlikle Gazze’deki soykırım şu anda dünyanın en önemli meselesi, bu meseleyi ikincil duruma düşürecek her türlü girişime karşı hassasiyeti korumak gerekiyor. Ama bu mesele ile meşgul oldukça dünyanın farklı bölgelerinde belki yine aynı meselenin uzantısı olan başka haksızlıklar, işgaller, paylaşımlar gerçekleşmektedir.
Doğu Türkistan’da olanlar, Myanmar’da, Hindistan’da, Keşmir’de yaşananlar belki İsrail’in soykırımından kendilerine meşruiyet bile devşirebiliyor.
Ya Sudan’da olup bitenler? İsrail’in 7 Ekim’den uzunca zaman önce başlattığı yayılma programının Sudan üzerinde özel olarak durduğunu duymayan yoktu. Ama Ömer el-Beşir’e muhalif ve Sudan’ın yeniden paylaşımını planlayan güçlerin Tel Aviv’de uzun yıllardır ofisleriyle, faaliyetleriyle konuşlanmış olduğunu çok az kişi duymuştur. Oysa Ömer el-Beşir’den hemen sonra oluşan kaotik durumda Sudan’ı yöneten konseyin en önemli icraatlarından biri İsrail’le normalleşme adımlarını atmaya başlaması olmuştu.
İsrail, İslam dünyasındaki kaotik durumlardan maksimum kârlar devşirmekte oldukça mahir. Ömer el-Beşir’i ekonomik kriz ve demokrasi yokluğu bahanesiyle deviren Değişim Cephesi’nin içindeki komünistler halkta hiçbir karşılığı olmadığı halde Cephede en fazla sözsahibi olmayı nasıl olduysa başarmışlardı. Bunların yurtdışından gönderilen Abdullah Hamduk'un başbakanlığında iş başına gelir gelmez ekonomik durumu düzeltmek yerine tam bir 28 Şubat yönetimi tesis etmeye ve katı laiklik politikalarıyla İslam’la kavga etmeye başlaması üzerine halkın gerçekten demokratik olarak işleyen tepkisiyle ülkeden çekip gitti. Böylece ABD, İngiltere, BAE ve Suudi Arabistan tarafından desteklenmekte olan Değişim Cephesi kısa süre içinde çöktü.
Geçtiğimiz hafta Yeni Şafak’ın Düşünce Günlüğünde Mehmet Nedim Aslan’ın uzunca yazısında Sudan’da bu zamana kadar yaşanan krizin perde arkası bütün detaylarıyla çok güzel aktarılmış.
Neticede Sudan’da Körfez ülkelerinin ve ABD-İsrail ve İngiltere’nin kurmak istedikleri oyunların birinci, ikinci ve üçüncü perdelerinin başarısızlıkla sonuçlandığını söyleyebiliriz. Hem Sudan halkı, hem de Sudan’ın mevcut siyasi eliti dış güçlerin Sudan üzerindeki oyunlarına karşı bağımsız hareket etme fırsatlarını daha fazla değerlendirmenin, Sudan için daha iyi olacağı noktasına gelmiş bulunuyorlar. Geçtiğimiz Ocak ayında Sudan’ın BM temsilcisi açıkça BAE’yi Sudan’daki istikrarsızlığın sebebi olan Hemetti’yi silahla ve parayla desteklemekle suçlamış ve uyarmıştı.
Ancak bunu anladıkları anda Sudan’ın üzerine başka bir çorap örülmeye, yönetemedikleri ülkeyi istikrarsızlığa, yönetilemez hale getirmeye yönelen planı devreye sokmaya başladılar. Daha önce devşirmiş oldukları ve neredeyse Sudan’ın fiili başkanı muamelesi yaparak kışkırttıkları Hızlı Destek Kuvvetlerinin (HDK) başındaki Hemetti geçtiğimiz yıl bu vakitlerde isyan bayrağını kaldırarak başkent yönetimindeki Cancevid kabileleriyle Darfur, Başkent Hartum, Bondurman gibi bölgeleri ele geçirdi.
“Ele geçirdi” dediğimiz aslında bu güçlerin girdikleri her yeri yakıp yıkarak, yağmalayarak istila etmesi diye anlayın. Yoksa Hemetti’nin ülkeyi yönetmek gibi bir istidadı veya niyeti de yok. Zaten emrindeki savaşçılara vaat ettiği tek şey istila edilen bölgelerde ele geçirecekleri ganimetlerden başkası değil. Sudan’ı bir bütün olarak görüp, onu geliştirecek, halkına geçim ve güvenlik sağlayacak ne bir planı ne bir niyeti var. O yüzden emrindeki savaşçıları yağmanın sonuna kadar tutabiliyor. Nitekim yağmalayacak şey kalmadığını hisseden bu savaşçıların
çoğu geldikleri yere geri dönüyorlar. Ancak geri gidinceye kadar yapacakları tahribatı, katliamı, tecavüzleri ve gaspları da yapıyorlar.
Sudan’ı takip edenlerin en büyük yanılgısı ortada birbiriyle ihtilafa düşerek savaşan birbirine denk iki eşit taraf varsayıyor olmaları. Oysa ortada uzun süren bir geçiş döneminde halkın etrafında bir şekilde birleşmiş olduğu, kendisine geçiş yönetimi için meşru bir süre tanımış olduğu, kurumlarıyla, sivil toplum kuruluşlarıyla meşruiyeti mevcut bir devlet yönetimi var ve bu yönetime karşı çoğu yurtdışından getirilmiş kabile ilişkilerine dayalı milis güçlerini kullanarak isyan başlatmış bir kişi var. Üstelik bu kişi Uluslararası Ceza Mahkemesinin gündeminde uzun süre yer almış olan Darfur krizinde Ömer el-Beşir’e isnat edilmiş insanlık suçlarının tamamının baş aktörlerinden biri.
Ne yazık ki Hemetti’nin başını çektiği bu isyanda etrafında topladığı Cancevitlerin tek derdi ganimet, yağma. Bu yağmacı güç ülkeyi sadece tahrip etmeye yarıyor, yeniden inşa edecek en ufak bir plan, proje veya vizyonu yok. Son bir yılda istila ettikleri topraklarda önlerine gelen ve biraz para eder her şeyi yağmalamış, rastgele sivil insanları öldürmüş, kadınlara tecavüz etmiş ve ülkeyi tam bir kaosa sürüklemiştir. Buna mukabil yola ilk çıktıkları savaşçıların sayısı hızla erimiş, nerdeyse yüzde yirmi seviyelerine kadar gerilemiştir. Son zamanlarda Silahlı Kuvvetlerin yeni bir hamlesiyle daha önce istila etmiş oldukları en kalabalık şehir Bondurman bu istilacılardan kurtarılmış, Silahlı kuvvetler
iki Nil arasındaki Cezire bölgesi ve Hartum’u da kurtarmak üzere operasyonlarına hız vermiş durumda.
Sudan konusunda unutmamamız gereken bir konu ülkenin 2018 yılında istikrarsızlığa sürüklenmesinin bundan sadece bir yıl önce Erdoğan’ın bütün Afrika’da ve dünyada ses getiren ziyaretinin hemen ardından gelmiş olması. Ondan sonra yaşanan bütün olayların bu ziyaretle irtibatı olduğunu söylemek hiç de abartı olmaz. Başta İsrail olmak üzere bölgedeki işbirlikçi aktörleri Türkiye’nin bu çıkışını kendileri açısından bir tehdit olarak algıladılar. Şimdi de müdahil olan aktörlerin tamamının birinci önceliği Sudan’ın kendi başına bırakılmaması, istikrarsızlığa sürüklenmesi ve bilhassa Türkiye için Afrika’daki en sağlam müttefik olma rolünden uzak tutulması.
Sudan Türkiye’nin uzaktan tarafsızca izleyip kim ne yaparsa yapsın, galip gelenle anlaşır çalışırız diyebileceği bir yer değil. Unutmamak veya görmek lazım ki orada olup bitenler doğrudan Türkiye’yi, Filistin’i, İslam dünyasını hedef alıyor.