Riyad’da sahnelenen futbol komedisi Türkiye’ye anında bir seküler/Kemalist gövde gösterisi olarak yansıdı. Para karşılığı Suudi Arabistan’a giden onlar, organizasyonu ellerine yüzlerine bulaştıran onlar, maç yapmadan Arabistan’dan dönenler de onlar ama gece boyunca Türkiye’de “yallah Arabistan’a” sloganları atıldı.
Aynı günlerde Ankara’da bölücü terörü ve İsrail soykırımını protesto etmek amacıyla 150 bin kişinin katıldığı büyük bir gösteri düzenlendi. Bu gösteri de verdiği muhteşem fotoğrafın ötesinde Fatih Altaylı’nın hazımsızlıkla sarf ettiği hakaretler boyutuyla tartışıldı.
1 Ocak’ta, hem de sabah namazından sonra gerçekleştirilen, 250 bin kişinin katıldığı Galata Köprüsü Mitingi ise bir magandanın attığı yumruk ve o yumruğu meşrulaştırmaya çalışanların ürettiği yapay hilâfet tartışmalarının gölgesinde kaldı.
Bu ve benzeri olaylar sonrasında özellikle gençlerden şu soruları sıkça duyuyoruz: Dindarlar neden korkaklar, neden pısırıklar? Örneğin yumruk atan magandaya mahallesi güçlü şekilde sahip çıkarken dindarlar mazluma dahi sahip çıkmakta neden çekingenler? Bir avuç azgın azınlık gündem oluşturabilirken her türlü imkâna rağmen dindarlar neden geri planda kalıyorlar? Bu özgüven eksikliği neden?
Gençlerin bu sorgulamalarında küçük bir haklılık payı var, ona geleceğiz ama genel olarak Türkiye’de dindar/muhafazakâr kesimi korkak ya da pısırık olarak nitelendirmek doğru olmaz.
Birincisi Türkiye’de dindar/muhafazakâr kesim temkinlidir. Gerek Türkiye’de gerek İslam dünyasında son asırda yaşanan hadiseler dindarları temkinli olmaya itmiştir. Fevri, radikal, keskin hareketler kimi zaman katliama varan saldırılara maruz kalmış, çok acılar yaşanmıştır. Muarızları tarafından dindarların yer altına girmeleri, şiddete başvurmaları çok arzulanmış, hatta teşvik edilmiş, ancak dindarlar temkin sayesinde bu tuzağa düşmemiş, ayakta ve diri kalabilmişlerdir.
İkincisi dindar/muhafazakâr kesim edep, ahlak ve meşruiyet dairesi içerisinde kalmıştır. Azınlığın cazgırlığı karşısında her zaman mülayimliği tercih etmiştir. Bir kesimin edep, adap, ahlak sınırlarını aşan taşkınlıkları karşısında onlar gibi yapmak, onlar gibi olmak yerine “Edep ya Hu” sırrına ve sabra sığınmıştır. Haksızın yüksek gürültüsü karşısında haklılığın sükûtunu tercih etmiştir. Allah’a inanmanın doğal bir neticesi olarak “İyilerin her zaman kazanacağına” iman etmiş, iyilik dairesini terk etmemiştir. Bundan dolayıdır ki dindar/muhafazakâr kesim, sövgüden, sömürüden, yalan ve iftiradan beslenen medyada, sosyal medyada diğerleri kadar varlık gösteremez. Kuşkusuz bir dezavantaj değil avantajdır.
Üçüncüsü, dindar/muhafazakâr kesim iktidarda temsil edilmektedir. Haklarının, seçtikleri eliyle savunulacağını bilmekte, hislerinin yetki verdikleri tarafından dile getirileceğine inanmaktadır.
Bütün bunlara rağmen dindar/muhafazakâr kesim, gerektiğinde, bıçak kemiğe dayandığında gözünü kırpmadan fedakârlıkta bulunabileceğini de her fırsatta göstermiştir. İstiklal Savaşı’nda can veren, terörle mücadelede en ön safta olan, 15 Temmuz’da destan yazan kesim bu kesimdir. Afganistan’dan Bosna’ya, Çeçenistan’dan Irak’a nerede cihat varsa çekinmeden koşan bu kesimdir. Varını yoğunu cesaretle ortaya döken, feda eden, hibe eden kesim de bu kesimdir. Bugün Gazze’de iman, sabır ve cesaretle direnen kahramanların yüreği ile Türkiye’deki kardeşlerinin yüreği tek yürektir.
Dindarların korkak ya da pısırık olduğu yönünde gençlerin sorgulamalarında hiç mi haklılık payı yok? Kuşkusuz az da olsa haklılar: Makamlarını, konforlarını, elde ettikleri haksız kazançları, etraflarına ördükleri güvenlik duvarlarını kaybetmekten korkan, bagajları nedeniyle her kriz anında ortalıktan kaybolan, sinen, saklanan, kompleksli, özgüvensiz, her fırsatı değerlendirip her riskten kaçınan samimiyetsizler de var. Onları not etmeli ama suyu bulandırmalarına da müsaade etmemeli.