Gazze’de İsrail’in irtikap ettiği soykırım suçu bütün hızıyla ve bütün barbarlığıyla devam ederken bu hafta Perşembe ve Cuma günü bu insanlık suçu Lahey’de Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) görülmeye başlıyor. Böylece dünya soykırım tarihinde de bir ilk yaşanmış olacak. Soykırım devam ederken, hatta hiç hız kesmeden olanca vahşiliğiyle işlenmeye devam ederken bir yandan da yargı sürecinin devam ediyor olması.
Soykırım ve yargılamasının aynı anda devam etmesi, neresinden bakılırsa tuhaf bir şey aslında. Uluslararası Adalet Divanı’na götürülen bir soykırım şikayetinin bu kadar hızlı bir biçimde görülmeye başlaması biraz da işlenen suçun yıkıcı etkisinin, suçüstü halinin çok açık olması ve onu durdurmak için hiçbir etkili önlemin alınamıyor olması. Önlem alabilecek durumda olanlar da bu soykırım suçunun ortağı çünkü. Herkes biliyor ki, ABD’den başka şu anda İsrail’i alenen irtikap ettiği insanlık suçlarından alıkoyabilecek bir güç yok, ama o güç de şu anda İsrail’in ateşkese yanaşmasını bile istemiyor. İsrail’i bu suçları işlemeye bizzat kendisi tahrik ve teşvik ediyor, saldırganlığında her türlü yardım ve yataklığı yapıyor.
UAD işin bu kısmını da görecek mi, ne kadar görüp ne kadar yargılayabilecek? Bu sorudan önce tabi UAD’nin gerçekten de adil bir yargılamayı yapıp yapamayacağı sorusudur. ABD’nin yardım ve yataklığını yaptığı soykırıma karşı Avrupa’dan da siyasi düzeyde hiçbir ciddi itiraz görülmedi şimdiye kadar. Bilakis hala Gazze’ye destek olanlara, İsrail’i kınayan veya eleştiren ifadelerde bulunanlara karşı Avrupa medyasında, akademisinde ve sokaklarında ciddi kısıtlamalar sözkonusu. Şimdiye kadar davası güdülmüş Avrupa Değerleri adına ne varsa İsrail karşısında feda edilmiş durumda. Böyle bir ortamda Güney Afrika’nın başvurusuyla, kural gereği harekete geçmiş olan Uluslararası Adalet Divanı’nın Avrupa’nın ortasında bu davayı nasıl görüp yöneteceği Avrupa için gerçek anlamda ileri seviye bir imtihan konusu olacaktır.
Aslında UAD’de bu sürecin başlamış olmasının kendisi başlı başına önemli olsa da yetki ve etkileri bakımından çok büyük kısıtlılıkları var. Mesela savaş suçları veya insanlığa karşı suçlarla itham edilen kişileri yargılama yetkisi bulunmuyor ve bir ceza mahkemesi olmadığı için yargılama başlatabilecek bir savcısı da olmuyor. Divan’ın kendi inisiyatifiyle bir uyuşmazlığı ele alma yetkisi de bulunmuyor ve Divan, bir uyuşmazlığa ancak bir veya daha fazla devletin talebi üzerine ele alabiliyor. Ayrıca uyuşmazlığa taraf olan devletlerin de Divan’ın yargı yetkisini kabul etmiş olmaları, başka bir deyişle UAD’nin söz konusu uyuşmazlığı ele almasına rıza göstermeleri gerekiyor.
İsrail’in UAD’de Güney Afrika’nın başvurusuyla başlamış olan bu sürece katılmaya razı olması sadece Divan’ın kararlarını bağlayıcı görmesinden kaynaklanmıyor. İsrail bu tür uluslararası kurumlara taraf olsa da bağlayıcılıklarını tanıma küstahlığını sergilemekten hiç çekinmiyor. Bu konuda her zaman ABD’ye güvenerek tepe tepe kullandığı bir istisnailiği var. Buna rağmen UAD’nına katılmayı kabul etmesi o zemini yine küstahça ve şımarıkça bir meydan okuma yeri olarak değerlendirme isteğinden.
Ama 7 Ekim’den beri İsrail’den görmeye alışık olduğumuz bu şımarıklıklar ne onun ne de onun efendilerinin, hamilerinin istediği sonucu ve fırsatı vermiyor. Varlığını ve haksız meşruiyetini bir soykırım iddiasına dayandırmış olan İsrail ilk defa resmen bir soykırım iddiasıyla yüzleşmek zorunda kalıyor ve neticesi ne olursa olsun bu ilk defa kayıtlara geçmiş olacak.
Diğer yandan başka soykırım davalarından farklı olarak Gazze’deki soykırım sıcağı sıcağına anlık olarak belgelenen ve anında bütün dünyayı şahit kılan bir soykırım. İsrail’in suç ortağı ve hamisi ABD’nin geçmişte Kızılderililere karşı uyguladığı soykırım, Afrikalıları köleleştirip ardından özgürlüklerini verdikten sonra bile onlara karşı uygulamış olduğu Aperheid rejimi ve Vietnam’da, Hiroşima’da uyguladığı soykırımın belgeleri aylar sonra insanlığın gözünün önüne serilebilmiş ve konuyla ilgili çok sınırlı belge akışı sağlanabilmiştir. Fransa’nın Cezayir’de ve Afrika’daki sömürge bölgelerinde, İngiltere’nin Hindistan ve diğer sömürge bölgelerinde uyguladığı soykırımlar, insanlık suçları tarihe mal olduktan sonra görülüp belgelenebilmiştir. Almanya’da Holokost’un haberleri çok sonraları insanlara ulaşabiliyordu. Buna rağmen o suçları irtikap edenlerin yanısıra o olayı duyup da ses çıkarmayanlar bile sonradan soykırıma karşı oluşturulan etik ve hukuk itibariyle lanetlenmiştir.
Oysa Gazze’de bugün bütün dünyanın gözü önünde cereyan ediyor soykırım. Soykırım tarihi içinde en çok belgelenen, en çok şahidi olan, en tartışmasız soykırım suçu olarak kaydedilebilmiş bir olay.
Kuşkusuz bu şahitlikte bugün sınırları aşan sosyal medyanın imkanlarının çok büyük rolü var, ama bir yandan da soykırım suçunun bir kısmını da oluşturan gazeteci ölümleri. Şu ana kadar Gazze’de olup bitenleri aktarmaya çalışırken şehit düşen gazeteci sayısı 103’ü bulmuş durumda.
Kaliforniya Üniversitesi öğretim üyelerinden Tezkire Dergisi’ndeki yazılarından da tanıdığımız Prof. Dr. Hatim Bazian, Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte gazetecilerin kelimenin tam anlamıyla soykırımın canlı tanıkları olduğunu anlatıyor. Aslında hem aktardıkları haber ve görüntülerle hem bizzat kendi ölümleriyle soykırıma şehadet ediyorlar.
“Onlar sayesinde süregelen bu soykırım hakkında dakika dakika, saniye saniye kaydedilmiş milyonlarca belgeye sahip olacağız. Yıkımı ve insanların nasıl öldüğünü gösteren belgelere. Tarihte ilk kez, devam eden bir soykırım, an be an belgeleniyor.”
Bakalım dünyanın en fazla belgelenen soykırımı, Uluslararası Adalet Divanı’nda nasıl görülecek.