Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Bahreyn ve onların peşine takılan irili-ufaklı bazı devletler, 5 Haziran 2017 günü Katar’la bütün diplomatik ilişkileri kestiklerini ilân etmişti. Katar’a yönelik kara, hava ve deniz ablukasının da eşlik ettiği bu sürecin başlangıcından kısa bir süre sonra, söz konusu ülkeler, 13 maddelik bir talep listesini Doha yönetimine ilettiler. Ablukanın kalkması ve Katar’ın yeniden Arap dünyasına kabulü için, bu taleplerin yerine getirilmesini istiyorlardı. İlk iki sırada, medyayla ilgili maddeler vardı: 1) El Cezîre (Al Jazeera) ve ona bağlı bütün yayın organlarının kapatılması, 2) Arabi21, Rassd, Middle East Eye gibi haber sitelerinin yayından kaldırılması.
1 Kasım 1996’da, BBC’nin teknik altyapısı ve insan kaynağıyla yayın hayatına başlayan, sonrasında ise kendi kadrolarını yetiştirerek Ortadoğu medyasının ana odaklarından birine dönüşen El Cezîre, Katar’ın elindeki en güçlü kozlardan biri olarak, kurulduğu günden bu yana birbirinden farklı siyasî krizlerin merkezinde yer alan bir yayın organı. Çeşitli Arap ülkelerinin hassas meselelerini ekrana taşıyarak Katar yönetimini diğer hükümetlerle karşı karşıya da getiren kanal, tabuları yıkan ve tartışılamayan nice meseleyi kamuoyu önünde tartışan, bu yönüyle de kitleler üzerinde derin tesirler bırakan bir çizgiye sahip. Öyle ki, Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in bile, bir Katar ziyareti sırasında El Cezîre’nin stüdyolarını ziyaret etmekten kendini alamadığı, kanalın yayın yaptığı mütevazı binaları görünce, “Bunca gürültü, bu kibrit kutusundan mı çıkıyor yani?” dediği biliniyor.
Son olarak, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın, Doha yönetimine açıkça “El Cezîre’nin Gazze’yle ilgili yayınlarında tonu düşürün!” şeklinde telkinde bulunduğu basına yansıdı. El Cezîre’yi bizzat fonlayan ve yayın politikasının ana çizgilerini de belirleyen Katar hükümeti, elbette bu talebi kulak ardı etti. Ancak Amerikalı Bakan’ın, İsrail’in işlediği insanlık suçlarının engellenmesine dair çaba göstermek yerine, bu suçları dünyaya duyuran bir yayın organının sesini kısarak hakikati susturmaya çalışması, “modern” dünyanın “basın özgürlüğü” adıyla diline doladığı helvadan putu ilk fırsatta yediğini gösteren bir ibret tablosu olarak akıllara kazındı.
***
Medyanın birçok tanımı yapılabilir. Benim en kestirme bulduğum tanım şudur: “Silah ve zor kullanmaksızın, kitleleri bir fikre ve dünya görüşüne ikna etmek için seferber edilen sözlü, yazılı ve görsel organizasyon.”
Geçtiğimiz yüzyılın başından itibaren, Siyonistler, bahsettiğim çerçevede dünyayı kendi ideolojilerine ikna etmek üzere çok sayıda gazete, dergi, ajans, film ve yapım şirketi, televizyon, internet sitesi vb. kurdular. Reklam gücüyle, şantajla, ekonomik ilişkiler ağıyla ve daha birçok yöntemle, enformasyon sahasında baskın bir Siyonist tesir meydana geldi. Atılan manşetler, çekilen filmler ve belgeseller, yazılan kitaplar ve oluşturulan görsel materyaller, tümüyle Siyonist hedeflere hizmet için kurgulandı. Sadece medyada değil, akademide ve bilginin üretildiği diğer birçok noktada, Siyonist çizginin karşısına kimseler çıkmasın diye yoğun mobingler ve baskılar uygulandı.
7 Ekim’den bu yana yaşadıklarımız ise, İsrail ve Siyonizm açısından, medya ve enformasyon sahasındaki etkinliğin asla eskisi gibi olmayacağının işaretleriyle dolu. İsrail’in, dünyayı kendi istediği yalanlara canının istediği biçimde inandırdığı zamanlar artık geçiyor. Alternatif kaynaklar çeşitleniyor, kısılan sesler yükseliyor, kapanan gözler açılıyor:
İsrail, Gazzeli masum sivillere uyguladığı soykırımla sanki bir savaşın galibi gibi görünse de, aslında birçok alanda şimdiden mağlup oldu bile. Mağlup olduğu alanların başında, enformasyon ve medya geliyor. En başından beri arka arkaya yaşadığı iletişim fiyaskolarıyla, dünya çapında halkla ilişkiler sürecini kendi istediği gibi yürütmekte zorlanıyor İsrail. Sosyal medyada uygulanan kısıtlama, daraltma ve karartmalara rağmen, her ülkede çok farklı din ve milliyetlere mensup milyonlarca insan, Gazze’deki mezalimi kınıyor, yaşananlara isyan ediyor, İsrail’in sözde “kendini savunma hakkı” yalanına lanetler yağdırıyor.
Tarih, bu açıdan, 7 Ekim’i bir “milat” olarak yazacak.