Ters köşe yapacak bir soru sorarak giriş yapayım yazıya: Çağdaş mısınız, çağdışı mı?
Bu soruya hemen cevap vermek istiyorum, hem de hiç vakit kaybetmeden: Kendilerini çağdaş zanneden yurdum insanı bilsin ki, çağdışısınız, çağın dışındasınız, çağın ağlarında debelenip duruyorsunuz.
ÇAĞ’DAŞ MISINIZ, AĞ’DAŞ MI?
Evet, çağdışıyız hepimiz. Çağdaş değil, çağın ağlarında bir oraya bir buraya doğru “çöp” gibi yuvarlanan ağ’daş’larız.
Çağ bizim eserimiz değil. Çağı biz yapmıyoruz. Başkalarının eseri bu çağ. Biz esiriyiz bu çağ›ın ve ağ’larının. Çağın ağlarında debelenen köleleri. Ama keyfimize diyecek yok: Çağdaşlık masallarıyla avutup duruyoruz kendimizi.
Sadece zavallı tüketicileriz biz.
Üreten, Batılılar yalnızca: Çağı üreten, kavramları üreten, kurumları üreten onlar.
Bizse, -bütün insanlık olarak elbette- onların ürettiklerini tepe tepe tüketen ya da maymun gibi taklit eden karikatürleri.
İnsana, insanlığa yepyeni umutlar ve ufuklar veremeyen, mekân’a hükmedemeyen, zamana çeki düzen veremeyen insanlar da, toplumlar da çağdışıdır, aslâ çağ’daş olamazlar. Ancak ağ’daş olabilirler: Batılıların ürettiği devâsâ ağların nesneleri hatta “böcekleri”. Üzücü ama maalesef böyle vaziyet!
BÜYÜK SORULARLA YAPILIR TARİH…
Türkiye, geleceğe kalacak mı, akacak mı?
Türkiye, geleceğe kalacak ne yapıyor, neler bırakıyor bize, gelecek nesillere, ülkemize ve yeryüzüne?
Bir geleceğimiz var mı bizim, ülke olarak, toplum olarak, kültür olarak?
Bu sorular önemli egzistansiyal, dünya-tarihsel sorular; dünyaya, tarihe müdahale edebilme tahayyülü ve tasarrufunda bulunma kabiliyetine ve iradesine sahip insanların soracağı türden esaslı sorular. Köklü, güçlü, muhkem bir tarih felsefesi, toplum felsefesi, siyaset felsefesi, ahlâk felsefesi, kısacası, insan, mekân ve zaman felsefesi yapmamızı gerektiren büyük sorular bunlar.
Büyük sorularla yapılır tarih.
Büyük sorular, büyük tarihin kapısını aralamamızı sağlar.
Büyük soruları, nefsini değil, neslini düşünen dünyevî kaygılarından kurtulan, arınan ümmîleşmiş öncü insanlar sorar; çilekeş iddia, dava ve hakikat adamları; tarih yapan, tarihe anlam ve derinlik katan, ruh dolu, her hâl ve şartta insanca bir dünyanın kurulması için yolundan şaşmayan, yolu açan, yol olacak tevazu ve ahlak anıtı büyük insanların yetişmesi için çalışan, şikâyet etmek yerine bir hikâye inşa etmeye odaklanan, o yüzden güven aşılayan, kabına sığmayan, çağlaya çağlaya akan “ırmaklar”…
GELECEK GELECEK SEN KENDİNE GELEBİLİRSEN…
Cumhuriyet’in yüzüncü yılının muhasebesini yapmak zorundayız. Cumhuriyet’i, getirdiklerini, götürdüklerini bütün yönleriyle mercek altına alıp tartışmak.
Cumhuriyet’i konuşmak, Cumhuriyet’i tartışmak, tartışmaya açmak demek değildir. Wittgenstein gibi düşünüyorum ben de: “Yırtılan yırtıldı.” Önümüze bakmak zorundayız.
Ön›ümüze nasıl bakacağız?
Önümüze niçin bakacağız? Varolabilmek, geleceğimizi kendi ellerimize alabilmek, geleceğin elimizden kayıp gitmesini önlemek için.
Dikkatinizi çekerim: Demek ki, neymiş? Geleceğin bizi terketmesi ve elimizden kayıp gitmesi tehlikesi varmış!
Gelecek bizi neden terketsin ki?
Gelecek, bir zaman kategorisidir. Yürüdükçe zamanı hissedersiniz… Yürüdükçe bir mesafe alıp almadığınızı görürsünüz.
Gelecek, yürüyenlerindir. Geçmişten nefes alarak geleceğe yürüyenlerin, nefes üfleyenlerin… Daha doğru bir ifadeyle, geleceğe nasıl yürüyebileceklerini ya da yürümeleri gerektiğini bilebilenlerin.
Burada mesafe ve yürüme fiillerine mim koyalım.
Yürüyemezseniz, elbette mesafe de alamazsınız.
Soru şu burada: Peki biz yürüyor muyuz?
Hayır.
Duruyoruz.
Olduğumuz yerde sayıyoruz.
Ama bunu bile göremiyoruz.
Görecek gözümüz, gördüklerimizi enine boyuna tasvir, tarif ve tahlil edip, güçlü tenkitler geliştirecek, kıyasıya mukayese edip tartışacak, yaratıcı, önümüzü açıcı sonuçlar çıkarmamızı, kalıcı, uzun soluklu tekliflerde bulunmamızı mümkün kılacak bir zihnimiz, bir ruhumuz, bir dünyamız yok.
Dünyası olmayan, dünyası yok olan, dünyasının olmadığından ve yok olduğundan habersiz yaşayan bir toplumun görecek gözleri, yaşananları önce idrak sonra tenkit edecek, sonra da bize bir gelecek, yaşanabilir, üzerinden yürünebilir, muhkem, emin bir gelecek teklif edecek entelektüel melekeleri, dolayısıyla bu melekelerini harekete geçirecek bir kendi, yaratıcı, kabına sığmaz ben’i, bir kültürel ve entelektüel dehası, bir sosyal, estetik ve ahlâkî atılım ruhu var mıdır, kalmış mıdır? Böylesi bir toplum, gelecek kurabilecek bir kıvamda, yerde ve ruhta mıdır?
Geleceği sürükleyebilecek kıratta ve çapta mıdır?
Geleceği önüne katıp sürükleyecek kıvamda mı?
Sürükleyen midir, sürüklenen mi?
Tarihi önüne katıp tarih yapan mı yoksa başkalarının yaptığı tarihte çöp olan, oraya buraya sürüklenen, savrulup duran ve kaçınılmaz sona mahkûm olan, yani yok olan mı?
Gelecek gelecek eğer biz çağın akışını değiştirecek kadar kendimize gelebilir ve kendimizden geçerek bütün insanlığı kendine getirebilecek hakikat medeniyeti şarkısını özene bezene besteleyip bütün insanlığa sunabilecek kıvama erişebilirsek…
Vesselâm.