Ne çocuklarımız, ne torunlarımız bakır mutfak eşyalarını tanıyor kalaylı tasları, tencereleri, tavaları. Hiçbiri kalaylı bir maşrabadan kaynak suyu içmedi.
Bakır eşyalar onlar için artık bir aksesuar, bir süs unsuru. Oysa vaktiyle o tavalar, o tencereler kimlerin elinden geçti. Kaç gelinin, kaç dedenin, kaç babaannenin bir ömrü dolduran hatırasını taşıyorlar. Bir kahve cezvesinin kulpundan tutan el kaç kuşağın eli ile ısınıyor, onlardan miras kalan duyguları paylaşıyor. Ama biz redd-i miras ettik.
Bakırları sattık.
Yerine alüminyum tencereler, melamin tabaklar aldık. Bu tabaklar düştü mü kırılmıyordu.
Ancak ömürleri kısa oldu, tam mutfak dolaplarına ısınacakları zaman da pabuçları dama atıldı. Onların yerlerine başka kaplar, başka bardaklar imal edilmişti. Geçiyor, her şey süratle geçip gidiyordu.
Şimdilerde çoğu renkli yemek takımları var, seramikten. Bir kaç yılda atılıyor, yerine yenisi alınıyor. Bir eşyayı ömür boyu kullanmak, hele hele bunu çocuğuna, torununa hatıra bırakmak, onların da kullanmasını istemek çılgınlık sayılır oldu. Aklı başında olanlar plastik bidondan plastik bardağa su dolduruyor, suyu içtikten sonra bardağı çöpe atıyor. Ne akıl ama!..
Eşya ile ünsiyetin sonu çoktan geldi. Sevdiğimiz bir sandalyeyi, bir porselen fincanı, hatıralarla yüklü bir vazoyu ne yapıyoruz? O vazo ki onda nice güzel günlerin çiçekleri kokmuştur. O çiçekler alındığında, o vazoya konulduğunda kalbin sesi hangi ilahiler ile coşmuş, hangi şarkılarla dolmuştur.
Bir tren son kampana ile birlikte kalktığında dökülen gözyaşları, bir vapur iskeleye yanaştığında içimizin pır pır edişi, postacıya kapıyı açtığımızda elimize değen bir mektup, şiir defteri arasında kuruyan bir gelincik bütün bunlar hayatımızdan nasıl uçup gitti.
Onlar mı uçtu, yoksa bir karakoncolos bütün bu güzellikleri kovalayarak yerine konfeksiyon duygular, gel geç müzikler mi koydu?
Vakti daralan kim? Kim bana ayaküstü yemek yemeyi öğütlüyor? Ninem derdi ki “Bir kadın pişirdiği yemek ile beraber pişerse o yemeğin tadı, tuzu, bereketi olur”. Ninelerimizin ve dedelerimizin dünyası ne çabuk bir masala dönüştü.
Ve masallara niçin inanmıyoruz?
Bir âletin Mars’tan gönderdiği fotoğraflara inanıyoruz ama.
İnanıyoruz da ne oluyor?
Yemekler daha lezzetli, sohbetler daha koyu, aşklar daha derin, arkadaşlıklar daha vazgeçilmez mi oluyor?
Babamızdan armağan saati saklıyor, takıyor, kullanıyor muyuz; yoksa modası geçti bunun şimdi at nalı saatler takılıyor diye o güzel Omega’yı bir çekmecenin gözüne mi atıverdik. Çekmecenin kapağı kapanınca odayı rahmetlinin paltosundan yayılan tütün kokusu mu doldurdu.
Hayır. Bütün bunlar olmuyor. Eşyalar, insanlar, sevgiler, saygılar, gözyaşları, gülücükler kaçıyor bizden. Yahut biz onlardan uzaklaşıyoruz. Tek başımıza kaldığımız ekran başında sürekli zaplıyoruz. Sürekli zap.
Sürekli zap bizi bir süratli arabaya atıyor. Gazlayıp kayboluyoruz. Eşyalardan, hatıralardan, arkadaşlardan, birlikte kotarılan her şeyden uzakta ama yine meyus, yine tatminsiz, yine sıkıntıyla bekliyoruz.
Neyi bekliyoruz? Herhalde “yeniliğin bitmeyen büyüsünü”.
Niçin daralıyoruz? İşte her şeyimiz var, daha ne istiyoruz? Yeni, alışılmadık, bizi bir süre oyalayacak bir şey. Bu mu? Yeni bir cep telefonu mu?
Belki de etrafımızı saran bu ses, bu görüntü, bu bina, bu araba, bu bilgisayar, bu marka, iki yüz çeşit açık büfe, elli bin çeşit AVM ürününün çekip gitmesini, bizi rahat bırakmasını istiyoruz.
Gerçekten istiyor muyuz?
Oysa onlar yağmur gibi üzerimize geliyor, biz bulut gibi onlara koşuyoruz. Birleştiğimizde işte o dağılma, o un-ufak olma gerçekleşiyor.
Saatimiz çalışıyor ama kalbimiz durmuş. Çalışmıyor. Kalbin sesini duyamıyoruz.
Tam bu sırada adamlar geliyor. Evin önündeki ağacı, o güzel ıhlamuru kesmek istiyorlar. Bu ağacı babamın babası dikmiş. Gölgesinden nesiller geçmiş. Yaprakları arasında tebessümler, yorgun bakışlar, ilk aşklar, kırık kalpler var.
Kesmeyin diyoruz bu ağacın hatırası var, kıymayın ona. Buyurgan bir ses: Ama biz buraya bir gökdelen dikeceğiz. İşler açılacak, faizler düşecek, barış gelecek, bilim kansere çare bulacak diyor.
Birbirimize bakıp önce susuyor sonra “kesin” diyoruz.
Ağaç kesiliyor, çünkü kalbin sesi yok artık.