Yazmak, doğal bir ihtiyaçtır. İnsan kişisel, toplumsal ve mesleki nedenlerle yazmak ihtiyacını duyar. Düşünen, araştıran ve araştırdıklarını eleştirip yargılayan her insan, aynı zamanda içinde yaşadığı toplumun sıkıntılarına, beklentilerine de kafa yorar. Başkalarınıın dertleriyle ilgilenme sorumluluğunu üstlenir. Etrafındaki insanların, sevinçli, acılı, mutlu yada mutsuz oluşundan da kendini sorumlu sayar. Bu sorumluluk bilinci onu, konuşmaya ve yazmaya da zorlar. Kişinin yazmada başarılı olabilmesi için öncelikle anadilini iyi bilmesi şarttır. Kültürel bir birikime sahip olmayanların, belli bir yaşam tarzını benisememiş kişilerin, anadiline hakim değillerse yazacakları yazılarda, anlatacakları da ciddiye alınmaz.
Hollanda’da yaşayan bizlerin, hem anadilkimiz Türkçe’ye, hemde içinde yaşadığımız ülkenin diline, kültürüne ve toplumsal bilgilerine tam hakim olmalıyız diye düşünüyorum. Bizler belkide en zor olanı yapmaya çalışıyoruz. Neden derseniz yapmaya çalıştığımız şey acıyı, kaybolmuşu hergün görerek buna karşı bir kültür direnişini, mücadelesini yapma gayreti içine giriyoruz. Maalesef bunları yaparken de, içinde yaşadığı toplumu tanımayan, tecrübesiz ve medyatik yöneticilerimzle yapmaya çalışıyoruz. Avrupa’ya işgücü göçünün 50. yılında meselelrimiz halen aynı. Burada kalıcı olduğumuzu unutup kendimize göre çareler aramaktayız. Halen anavatandan uzanacak bir el ile buradaki problemlerimizi çözmeye çalışıyoruz.
1960’ların ”İşçi Türkleri” esasında kısa vadede belli miktarda kazanç elde edip memleketlerine dönmek, iş güç kurmak niyetindeydiler. Bu niyetlerine ulaşan az insan oldu. Bugun ”İşçi Türkler” dönmekten çok kalmayı tercih ettiler. Şimdilerde aileleri, çocukları ve torunlarıyla bu ükede oldukça önemli bir topluluk meydana getirdiler. Buradaki meselelerimizi, kendimize ve yetişmiş insanımza güvenerek çözmek zorundayız. Sonuç olarak diyoruz ki, gelin hep birlikte el ele verelim, varlığımızı gösterelim! …