İran’a ilk gittiğimde yaşım 29’du.
Yıl 1989’du, aylardan şubat.
1979’da İmam Humeyni önderliğinde gerçekleşen görkemli devrimin 10. yıldönümüydü. İran İslam Cumhuriyeti‘nin daveti üzerine gitmiştim genel yayın yönetmenliğini yaptığım Girişim dergisi adına. Heyetin içinde pek çok gazeteci ve siyasetçi vardı. İran-Irak savaşının ateşkesle sonlandığı bir yıldı.
Çok farklı duygularla ayak basmıştım Tahran’daki Mehrabad Havaalanı’na. Gökyüzüne uğurlandığı iddia edilen İslam’ın tarihte eşi benzeri olmayan bir halk ayaklanmasıyla iktidara taşınmasının bizde oluşturduğu duygu tarifsizdi. İmam Humeyni’nin kendisi de, önderliğinde yapılan devrimin kendisi de bizim sahiplenerek savunduğumuz bir olguydu.
İran’da o duygu yüklü günlerde bile farkına vardığım iki şey vardı ki savunmam mümkün değildi.
1985’te çıkardığımız Girişim dergisi o tarihlerde bir ekoldü. Hatırı sayılır bir entelektüel etkiye ve güce sahipti. Bizim camiamızda da hür düşüncenin mektebi gibiydi. Cesur ve korkusuzdu. Tek sesliliğe karşı çoğulculuğu savunan, eleştirel düşünme biçimini eksene alan bir anlayışa sahipti. Dışarıdan bakıldığında devrimi savunduğumuz için İrancı diye bilinen bir dergiydi. Oysa biz İrancı değildik. İran’ı körü körüne savunan bir dergi de değildik. Devrimi destekleyen ama rejimin yapıp ettiklerini de gerektiğinde eleştiren bir yerde duruyorduk. Sözgelimi, Hama katliamında İran’ın Suriye rejiminin arkasında durmasını sert bir dille eleştiren bir yerde duruyorduk.
O tarihte İran’a dair üç belirgin saflaşma vardı. İran’a topyekûn karşı çıkanlar, İran’a biat edenler, İran’daki devrimi savunan ama rejimin mezhepçi ve milliyetçi karakterine eleştirel bakanlar. Biz üçüncüsünü temsil eden bir gruptuk. İlk gruptakiler sayıca fazlaydılar. İkinci gruptakiler sayıca çok daha azdılar. Sonra devletle ilişkilenme süreçlerinde çeşitli İslami grupların katılımıyla bir güç odağına dönüşebildiler. Girişim grubu mesafeli ve eleştirel tutumu dolayısıyla entelektüel düzeyde etkili bir pozisyon üretmeyi başarmıştı.
Benim o tarihte farkına vardığım iki yanlış şuydu: Devrimden sonra oluşan rejimin mezhepçi bir eksene oturtulmuş olmasıydı. Bir de Fars milliyetçiliğini sahiplenir bir siyasal konumlanma içine girmesiydi. Nitekim o tarihlerde el yordamıyla tespit ettiğim bu devrimin ruhuna ters gördüğümüz iki olguyu Tahran’da katıldığım radyo programında “İran’daki İran, Türkiye’deki İran değil!” sözleriyle nezaketin dili çerçevesinde eleştirmiştim. İran İslam Cumhuriyeti’nin reel-pratik yüzü ile bizim İran İslam Devrimi’ne yüklediğimiz misyon birbiriyle çelişiyordu. Devrimin teorik ruhunun oluşturulan rejimin reel yüzüyle alakası iddiadan ibaretti. Tabii ki bu durum hem zihinsel bir kırılmayı, hem de hayal kırıklığını beraberinde getiriyordu.
Türkiye’ye döndükten sonra Girişim’de yayımlanan uzunca başyazımın başlığı “İran İslam Devrimi’ni Doğru Değerlendirememe Sorunu” idi. Bu yazıyla birlikte koşulsuz İran savunucularıyla yollarımız ayrıldı. Hatta bize düşmanlık kertesinde bir tutum sergilendi. Biz İran’daki devrimin bizatihi kendisini savunan ama rejimin mezhepçi ve milliyetçi politikalarına itiraz eden yerde durmayı sürdürürken İran’dan çok İrancılık yapanlar ise koşulsuz biat anlayışında karar kıldılar. Sözün burasında o gün de durduğumuz yer, mezhepçilik eksenli bir yer değildi. Bugün de değildir. Biz İran İslam Cumhuriyeti’nin mezhepçilik eksenine oturan dominant anlayışına, başka bir deyişle mezhepçiliği adeta din gibi gören anlayışına kendi mezhepçiliğimiz üzerinden eleştiri getirmiyorduk. Yani İran’ı mezhebinden dolayı düşmanlaştıran karşı mezhepçi anlayışları da en az İran’ın mezhepçi anlayışı kadar yanlış ve zararlı görüyorduk. Bugün de anlayışımız budur. Bizim bu anlayışımızı Cumhurbaşkanımız özlü bir biçimde “Bizim Şiilik ve Sünnilik diye bir dinimiz yoktur. Bizim dinimizin adı, İslamiyet’tir.” sözleriyle formülleştirdi. Biz devrimden sonra oluşacak devletin mezhepçilik anlayışını esas almaması yani farklı mezheplere mensup bütün Müslümanları kucaklayan bir devlet olması gerektiğine inanıyorduk.
Ne yazık ki devrim cumhuriyete yenik düştü. Adı İslam olan Cumhuriyet pratikte ve gerçekte Şii Cumhuriyeti’ne dönüştü. Bir de buna güvenlik kaygısıyla baskıcı-otoriter bir elbise giydirilince tamamen farklı bir siyasal rejim gerçekliği ortaya çıktı. Dinin salt mezhep eksenli yorumlarla baskıcı siyasal bir rejime dönüşmesi beraberinde başka başka itirazları getirdi.
Gönüllü itaatin yerini korku ve baskının şekillendirdiği bir boyun eğmeye bırakması, süreç içinde devrimi yapan kadrolar arasında iç iktidar kavgalarını beraberinde getirdiği gibi, rejimi halka karşı silahla korumak gibi bir paradoksal durumun ortaya çıkmasını sağladı. Dini bir anlayışın veya yaşam tarzının devlet zoruyla halka dayatılması, dinin öngördüğü gönüllü itaat öğretisini ortadan kaldırdı. Dahası iktidardakilerin din adına yaptıklarına bakarak müdahalelerden bizâr olanların dine karşıt bir pozisyona savrulabildikleri tehlikeli bir dip dalganın giderek toplumda görünürlük kazanmasını da tetikledi. Yeni nesil İranlılarda gözlemlediğim bu zihinsel değişim ve tepkisellik Tahran’ın sokaklarına yansımış durumda.
İran’a ikinci gidişim İmam Humeyni’nin vefatı dolasıyla oldu. O mahşeri kalabalığı unutmam mümkün değil.
Bu benim İran’a üçüncü gidişimdi. EXPO 2024 etkinliği kapsamında lütfedip davet etmelerinden büyük bir memnuniyet duydum. Sözün burasında hemen belirtmeliyim: İran Cumhurbaşkanı Ayetullah İbrahim Reisî’nin EXPO’nun açılışında yaptığı konuşmayı mükemmel buldum. Reisî gerçekten birikimli olduğu kadar da güçlü bir hatip. Onu dinlerken hayran kalmamak mümkün değil.
Tahran’ı çok değişmiş buldum. 1989’la kıyasladığımda tabii. Sokakların dili var. Değişimin ayak sesleri bariz bir biçimde duyuluyor. Özgürlük arayışı gözle görülür biçimde.
Bu toplumsal talebi yönetebilmek çok önemli.
Iran İslam Cumhuriyeti dışarıdan tam bir kuşatma altında.
İçeride de kendi insanlarının artık gözle görülür bir değişim talebi var.
Devlet bir yanda bölgesel ve uluslararası alanda ticaretin önünü açarak yeni siyasi dostluklar kurmaya çalışırken içeride de hayat tarzları üzerindeki baskının kaldırılmasını talep eden vatandaşlarıyla karşı karşıya. Bu anlamda İran’ın içi, dış güçlerle kaşınmaya ziyadesiyle müsait. İranlı yetkililerin içeriyi yeni dönemde nasıl yönetebilecekleri, daha doğrusu insanlarından gelen bu özgürlük talebine ne şekilde karşılık verecekleri ciddi bir merak konusu. Zira bu üstü örtülecek veya görmezlikten gelinebilecek bir sorun hiç değil.
İran şayet son tahlilde dibini oyacak bu kritik sorunun doğru çözümünü bulup akıllı bir yönetim pratiği ortaya koyamazsa, akla ilk gelen baskı ve yasak siyasetini koyulaştırarak sürdürme yoluna giderse, dış düşmanların müdahalesine açık bu zeminin ilerde başını kökten ağrıtacağını bilmelidir. Farkındayım, gevşettiğinizde farklı, baskıladığınızda farklı komplikasyonları olan bir sorun bu. Rejimin dinî karakteri düşünüldüğünde de işin bir başka zorluğu çıkıyor karşımıza. Ama dediğim gibi, giderek görünürlük kazanan bu talep şayet doğru ve akıllıca yönetilemezse, İran bir sonraki aşamada kendi halkıyla kendi ordusu bu kez başka bir talep ekseninde karşı karşıya gelmiş bir ülke görünümüne bürünür.
İktidarın getirdiği yozlaşmadan kimse kaçınamaz. İran’da da devletlülerin halk nezdindeki algıların zamanla bozulması, halk ile iktidardakileri karşı karşıya getirebilir.
Üç günlük Tahran gözlemlerinden çıkarsadığım sonuç; İran’da dipten gelen bir özgürlük talebinin artık görünürlük kazandığı. Bunun zamanla yaygınlaşacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
İran-Türkiye ilişkileri çok önemli. Bu ilişkiyi zehirleyen taraf evvela kendine kaybettirir. Her iki ülkenin köklü işbirliğine yönelmeleri her iki ülkenin de hayrınadır.
İran’ın Türkiye düşmanları veya Türkiye’ye düşmanlıklar konusunda yeni dönemde Türkiye’nin yanında tamamen içtenlikli, güvenilir ve köklü politikalar geliştirmesi ne kadar elzem ise Türkiye’nin de İran’ı düşmanlarına karşı destekleyen köklü bir dostluk politikasını acilen devreye alması bir o kadar elzemdir. Bu çerçevede Erdoğan ve AK Parti tecrübesinin içeriyi yönetme konusunda da İran’a katkı sağlayıcı nitelikte olduğu unutulmamalıdır. Kapsamlı bir bilgi ve tecrübe aktarımı her iki ülkeye hem her anlamda kazandırır hem de İslam dünyasında ihtiyaç duyulan mezhep eksenli olmayan yeni bir birlik projesine de hayatiyet kazandırabilir.