Hafta sonunda Dışişleri Bakanlığı’nın düzenlediği Antalya Diplomasi Forumu’nu takip etme fırsatı buldum. Türkiye’nin dış politika önceliklerini içeren birçok meselenin ele alındığı forumda, bölgesel istikrarsızlık ve küresel meydan okumalar çağında uluslararası sistemin yeniden inşası sorunu benim için öne çıkan tema oldu. ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrası kurduğu ‘kurala dayalı’ uluslararası sistemin ne sorunları çözebildiği ne de istikrarı sağlayabildiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu temel soruna ilişkin farkındalığın öne çıktığı forumda, diplomasinin imkân ve sınırlarının gerçekçi bir şekilde tartışılması Türkiye’nin ayakları yere basan bir liderlik arayışında olduğunun göstergesiydi. Önceden belirlenmiş genel bir paradigmanın katılımcılara sunulması şeklinde gerçekleşen birçok uluslararası toplantının aksine, kavramsal çerçevenin bizzat katılımcıların katkılarıyla oluşturulmaya çalışıldığını gördük. Bu yaklaşım, Türkiye’nin güçlü liderliğinin aynı zamanda ne kadar mütevazı olduğuna ve meselelerin paydaşlarının katılımıyla çözümüne odaklandığına işaret ediyor.
SİSTEM KRİZİ
Uluslararası sistem krizinin sonuçlarının Forum’daki oturumların ortak teması haline geldiğini söylemek mümkün. Bu sistemsel krizin en somut, güncel ve yakıcı örneği elbette Gazze. Büyük güçlerin uluslararası sistemdeki veto haklarını kendi çıkarları doğrultusunda ve İsrail’i açıkça ayrıcalıklı bir yere koyarak kullandıklarını görüyoruz. Uluslararası sistemin evrensel olduğu iddia edilen normlarının tutarlı bir biçimde uygulanmasında ısrar etmek yerine İsrail gibi bazı ülkelerin ‘istisna’ sayılması sistemin meşruiyetini ortadan kaldırıyor. Mevcut düzene olan inançsızlığın hesabını elbette ‘Batı’nın ikiyüzlülüğüne’ kesmek mümkün. Ancak bunun yeni bir düzen oluşturmaya yetmemesi belki de bu krizin en can alıcı noktalarından biri olarak öne çıkıyor. Güçlü olanın istediğini yapabildiği hale gelen bir sistemde, paydaşların kendi ulusal çıkarlarına rağmen uluslararası barış ve istikrar için kurallara uyması gerektiği tezi anlamsız hale geliyor.
Forum’da birçok kriz alanlarının çözümüne ilişkin oturumların yanında sistemsel krizi merkeze alan eleştirel ancak aynı zamanda yapıcı kavramsal arayışların olması önemliydi. Özellikle Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (SAM) organize ettiği oturumlarda Batı merkezcilik, ırkçılık ve İslamofobi gibi meseleler üzerine gerçekleşen kavramsal tartışmaların yanı sıra garantörlük gibi diplomasi araçlarının Gazze bağlamında somut uygulama imkanlarının değerlendirildiğini gördük. Bu yaklaşım, Türkiye’nin uzun yıllardır kritik sistem eleştirisi yapmakla birlikte çözüm arayışlarına odaklanmasının bir yansıması. Bölgesel jeopolitiğin daha istikrarlı yeni bir düzen oluşana kadar beklemeye izin vermediği açık. Hem bölgesel krizlerin yakıcılığı hem de küresel meydan okumaların izdüşümleri, Türkiye’yi sürekli aktif liderliğe iten bir dinamik yaratıyor.
‘BÖLGESEL SAHİPLENME’
Türkiye gibi ülkelerin uluslararası sistemdeki konumlarını doğru şekilde değerlendirmeleri ve buna ilişkin bir dış politika belirlemeleri, stratejik liderliklerinin sınırlarını da belirler. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Fidan’ın açılış konuşmaları, uluslararası sistemin en derin meşruiyet krizlerinin yaşandığı bir dönemde Türkiye’nin eleştirileriyle birlikte çözüm önerilerini de içeriyordu. Türkiye’nin bölgesel lider bir ülke olarak şimdiye kadar Gazze konusunda Arap ve Müslüman ülkeleri ortak bir politikada buluşturma çabalarıyla birlikte Filistin devletinin kurulabilmesi için gerekli somut önerilerini gündeme getirdiğini gördük. Uluslararası sistemin bölgesel paydaşlarından biri olduğunun farkındalığıyla hareket eden Türkiye bu sisteme en temel eleştirileri yöneltmekten de çekinmedi. Türkiye’nin sistemin imkanlarını sonuna kadar zorlayan ama bir yandan da farklı ve özgün çözüm arayışları üzerine kafa yoran yaklaşımı bölgesel ve küresel meselelerde etkin bir dış politika ortaya çıkardı.
Türkiye bir yandan son derece çetrefilli sorunlarla boğuşmak bir yandan da başka ülkelere nasip olmayacak stratejik fırsatları değerlendirmek zorunda olan bir ülke. Bu jeopolitiğin ürettiği meselelerin yönetilmesi dinamik bir dış politikayı bir zaruret kılıyor. Bu dış politikanın kavramsal çerçevesinin güçlü olması ve pratik önerilerinin uygulanabilir olması gerekiyor. Antalya Diplomasi Forumu’nun önümüzdeki yıllarda da Türkiye’nin düşünsel ve stratejik liderliğinin ‘üretildiği ve keşfedildiği’ platformlardan biri olacağı açık. Dışişleri Bakanı Fidan’ın ‘bölgesel sahiplenme’ olarak formüle ettiği yaklaşımın Türk dış politikasında bir süreklilik haline gelmesi stratejik bir kazanç olacaktır. Bu yaklaşımı, uluslararası platformlarda ‘pozisyon belgeleri’ sunmakla yetinip kritik bölgesel ve küresel meseleleri büyük güçlerin kendi aralarındaki diplomatik pazarlıklara terk eden bir anlayışa itiraz olarak değerlendirmek mümkün. Sorunları ve çözümleri başkalarına havale ederek şikâyet etmekle yetinmektense, paydaşlarla birlikte hareket ederek farklı ortak zeminler ve ittifaklar oluşturmaya çalışmak Türkiye’nin bilinçli biçimde tercih ettiği bir dış politika olarak öne çıkıyor.