https://www.ozmenpc.com/masaustu-pc-oyuncu
ak
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

Sudaki Köpek

  Vaktiyle adamın biri Ebû Bekir eş-Şiblî’ye [kuddise sırruhû], “Bu yolda ilk önce kim sana kılavuz oldu?” diye sordu. Şiblî [kuddise sırruhû] şu cevabı verdi: “Bir gün su kıyısında bir köpek gördüm. Öyle susuzdu ki bir zerrecik takati kalmamıştı. Suda gördüğü kendi aksini başka bir köpek sandığından korkuyor, su içemiyor, su kıyısından kaçıyordu. Nihayet susuzluktan perişan bir hale geldi. Dayanamadı, birdenbire kendini suya attı. Böylece korktuğu diğer köpek kayboldu, gözünün önünden gitti. Yani düşmanı yine kendisiydi, o an ortadan kalkıverdi. Bu hakikat bana böyle apaçık görününce iyice anladım ki nefsim bana perde. Bunun üzerine kendimde fâni oldum, nefsin arzularını terkettim ve işim yoluna girdi. İşte bu yolda bana ilk önce bir köpek böyle kılavuzluk etti.”  Ey oğul! Sen de kendi gözünün önünden kalk! Sana perde olan sensin. Sende bir kıl kadar varlık kalsa ayağına ağır bir zincir vurmuş demektir.   
Ekleme Tarihi: 29 February 2024 - Thursday

Sudaki Köpek

 

Vaktiyle adamın biri Ebû Bekir eş-Şiblî’ye [kuddise sırruhû], “Bu yolda ilk önce kim sana kılavuz oldu?” diye sordu. Şiblî [kuddise sırruhû] şu cevabı verdi: “Bir gün su kıyısında bir köpek gördüm. Öyle susuzdu ki bir zerrecik takati kalmamıştı. Suda gördüğü kendi aksini başka bir köpek sandığından korkuyor, su içemiyor, su kıyısından kaçıyordu. Nihayet susuzluktan perişan bir hale geldi. Dayanamadı, birdenbire kendini suya attı. Böylece korktuğu diğer köpek kayboldu, gözünün önünden gitti. Yani düşmanı yine kendisiydi, o an ortadan kalkıverdi.

Bu hakikat bana böyle apaçık görününce iyice anladım ki nefsim bana perde. Bunun üzerine kendimde fâni oldum, nefsin arzularını terkettim ve işim yoluna girdi. İşte bu yolda bana ilk önce bir köpek böyle kılavuzluk etti.” 

Ey oğul! Sen de kendi gözünün önünden kalk! Sana perde olan sensin. Sende bir kıl kadar varlık kalsa ayağına ağır bir zincir vurmuş demektir. 

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

Filistin hakkında konuşmaya devam etmeliyiz.

Berlin Film Festivali protestolar, tartışmalar arasında tamamlandı. Önce festivalin Panorama bölümünün instagram hesabı hacklendi ve Filistin yanlısı bazı paylaşımlar yapıldı. Bu paylaşımlar kısa sürede silindi. Ama benim tahminim bunun tam olarak bir hacklenme olmadığı, bu hesaba erişim yetkisi olan vicdanlı bir çalışanın marifeti olduğu yönünde. Bu paylaşımlarda “Nehirden Denize Özgür Filistin”, “Gazze’deki Soykırımı Durdurun”, “Soykırım, soykırımdır” “Almanya’nın Destekleriyle bir Soykırım Daha” gibi sloganların olduğu görseller paylaşıldı. Tabii ki festival başlamadan önce Strike Germany gibi grupların festivale yönelik boykot çağrıları da bu “hack”lenmenin etkisini arttırdı. Defalarca yazdım, tekrar yazmanın bir mahzuru yok. Almanya, Yahudilere karşı işlediği soykırımdan dolayı bugün İsrail’in hiçbir politikasını eleştiremez durumdadır. Almanya’da, İsrail’i eleştirmeye kalkarsanız hemen Yahudi düşmanı olarak damgalanmanız kaçınılmazdır. Ödül törenine Başka Ülke Yok (No Other Land) isimli yapımla en iyi belgesel ödülünü kazanan İsrailli Yuval Abraham’ın konuşması damgasını vurdu.  “Ben İsrailliyim, (filminin yardımcı yönetmeni Basel Adra) Basel ise Filistinli ve sadece iki gün sonra aynı olmadığımız bir ülkeye döneceğiz. Ben sivil düzen altında yaşıyorum, Basel ise askeri düzende. Birbirimize sadece 30 dakika uzaklıktayız. Benim oy kullanma hakkım var, onun yok, benim bu ülkede özgürce hareket etmeme izin veriliyor, Basel ise milyonlarca Filistinli gibi kilit altında ve işgal altındaki Batı Şeria’da. Aramızdaki bu eşitsizlik sona ermeli.” Almanya’da bu konuşmayı yapmak ve bunu yaparken yanınızda Filistinli bir yapımcının olması ve omuzlarında kefiye olması sizi hedef tahtasına oturtur. Nitekim Abraham sosyal medyadan yaptığı açıklamayla ölüm tehditleri aldığını duyurdu.   Festival yönetiminin ödül töreninden sonra yaptığı yazılı açıklamada kullandığı bazı ifadeler de dikkat çekici: “Ödül kazananlardan bazılarının açıklamalarının fazla tek taraflı ve bazı durumlarda uygunsuz olarak algılanmasının yarattığı öfkeyi anlıyoruz. Festivalimize hazırlanırken ve festival sırasında Berlinale’nin Orta Doğu’daki savaşa bakışının ne olduğunu ve tek taraflı pozisyonlar paylaşmadığımızı çok açık bir şekilde belirttik.” Baktığımızda ortada duran bir açıklama gibi görünebilir ama sadece Filistin dememek için olayı “Orta Doğu’daki savaş” olarak ifade etmeleri bile ne kadar acınası durumda olduklarının göstergesi. Batı, özellikle Almanya, özel ve özerk kurumlarıyla, devlet politikalarıyla İsrail’in işlediği suçları görmezden gelmeye devam ettikçe, İsrail’e silah satmaya devam ettikçe, İsrail’i durdurmak için çaba sarf etmedikçe, Filistinlilerin hakları olan devlete karşı çıktıkça ahlaki ve kültürel üstünlüklerini kaybetmeye mecburdur. Bunu hemen olmasa bile yakın gelecekte göreceğimizden artık hiç şüphem yok. Yeter ki biz bu konunun gündemden düşmesine müsaade etmeyelim. Filistin hakkında konuşmaya devam etmeliyiz.
Ekleme Tarihi: 28 February 2024 - Wednesday

Filistin hakkında konuşmaya devam etmeliyiz.

Berlin Film Festivali protestolar, tartışmalar arasında tamamlandı.

Önce festivalin Panorama bölümünün instagram hesabı hacklendi ve Filistin yanlısı bazı paylaşımlar yapıldı. Bu paylaşımlar kısa sürede silindi. Ama benim tahminim bunun tam olarak bir hacklenme olmadığı, bu hesaba erişim yetkisi olan vicdanlı bir çalışanın marifeti olduğu yönünde. Bu paylaşımlarda “Nehirden Denize Özgür Filistin”, “Gazze’deki Soykırımı Durdurun”, “Soykırım, soykırımdır” “Almanya’nın Destekleriyle bir Soykırım Daha” gibi sloganların olduğu görseller paylaşıldı. Tabii ki festival başlamadan önce Strike Germany gibi grupların festivale yönelik boykot çağrıları da bu “hack”lenmenin etkisini arttırdı.

Defalarca yazdım, tekrar yazmanın bir mahzuru yok. Almanya, Yahudilere karşı işlediği soykırımdan dolayı bugün İsrail’in hiçbir politikasını eleştiremez durumdadır. Almanya’da, İsrail’i eleştirmeye kalkarsanız hemen Yahudi düşmanı olarak damgalanmanız kaçınılmazdır.

Ödül törenine Başka Ülke Yok (No Other Land) isimli yapımla en iyi belgesel ödülünü kazanan İsrailli Yuval Abraham’ın konuşması damgasını vurdu.

 “Ben İsrailliyim, (filminin yardımcı yönetmeni Basel Adra) Basel ise Filistinli ve sadece iki gün sonra aynı olmadığımız bir ülkeye döneceğiz. Ben sivil düzen altında yaşıyorum, Basel ise askeri düzende. Birbirimize sadece 30 dakika uzaklıktayız. Benim oy kullanma hakkım var, onun yok, benim bu ülkede özgürce hareket etmeme izin veriliyor, Basel ise milyonlarca Filistinli gibi kilit altında ve işgal altındaki Batı Şeria’da. Aramızdaki bu eşitsizlik sona ermeli.”

Almanya’da bu konuşmayı yapmak ve bunu yaparken yanınızda Filistinli bir yapımcının olması ve omuzlarında kefiye olması sizi hedef tahtasına oturtur. Nitekim Abraham sosyal medyadan yaptığı açıklamayla ölüm tehditleri aldığını duyurdu.

 

Festival yönetiminin ödül töreninden sonra yaptığı yazılı açıklamada kullandığı bazı ifadeler de dikkat çekici:

“Ödül kazananlardan bazılarının açıklamalarının fazla tek taraflı ve bazı durumlarda uygunsuz olarak algılanmasının yarattığı öfkeyi anlıyoruz. Festivalimize hazırlanırken ve festival sırasında Berlinale’nin Orta Doğu’daki savaşa bakışının ne olduğunu ve tek taraflı pozisyonlar paylaşmadığımızı çok açık bir şekilde belirttik.”

Baktığımızda ortada duran bir açıklama gibi görünebilir ama sadece Filistin dememek için olayı “Orta Doğu’daki savaş” olarak ifade etmeleri bile ne kadar acınası durumda olduklarının göstergesi.

Batı, özellikle Almanya, özel ve özerk kurumlarıyla, devlet politikalarıyla İsrail’in işlediği suçları görmezden gelmeye devam ettikçe, İsrail’e silah satmaya devam ettikçe, İsrail’i durdurmak için çaba sarf etmedikçe, Filistinlilerin hakları olan devlete karşı çıktıkça ahlaki ve kültürel üstünlüklerini kaybetmeye mecburdur. Bunu hemen olmasa bile yakın gelecekte göreceğimizden artık hiç şüphem yok. Yeter ki biz bu konunun gündemden düşmesine müsaade etmeyelim. Filistin hakkında konuşmaya devam etmeliyiz.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

Bizde kredi kartı önce özgürlüğün sonra esaretin kod adıdır.

“Dikkat çıkabilir” uyarısı genellikle bir tehlikenin ya da potansiyel bir riskin varlığını belirtmek için kullanılır. Bazen yolda, bazen bina girişlerinde, bazen işyerlerinde. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun haftalık bankacılık sektörü verileri ise aldığı her nefeste tüketicinin yanında olan kredi kartına ilişkin potansiyel tehlikenin altını çiziyor. Bizler için finansal alışkanlığın ötesinde bir zorunluluk haline gelen kredi kartı harcamaları 16 Şubat itibariyle geçen yılın aynı ayına göre yüzde 147 artmış. Bir yandan Merkez Bankası’nın kredi kartına ilişkin düzenleme sinyalleri bir yandan kamuoyu beklentisi taksitli ve taksitsiz alışverişin adresi kredi kartlarını düzensiz kullananlar için çanların çalmasına yol açmış durumda.   KREDİ KARTI GECİKME FAİZLERİ 2023 yılının Kasım ayından itibaren politika faizlerindeki artışlar kredi kartı gecikme faizlerine yansıtılmıyor. Taksitli bireysel kredi kartı harcamalarının yüzde 114,8 ve taksitsiz kredi kartı harcamalarının yüzde 181,9 artmış olduğu bir ortamda kredi kartı kullanımını engellemenin çözümünü gecikme faizlerini artırmada aramak kolaycılıktan başka bir şey gibi durmuyor. Çünkü gerek tüketici kredi faizlerindeki artışa rağmen artan kredi hacmi gerekse mevcut durumdaki gecikme faizlerine rağmen artan kredi kartı kullanımı, harcama davranışının dinamiğinde faiz unsurunun tek başına yatmadığına işaret ediyor.   Kredi kartı bugün aynı zamanda temassız işlem özelliği ile yoğun bir şekilde tüketiciye temas ediyor, nakit para kullanımının yakın ikamesi pozisyonunu koruyor. Artık bir sakız alırken bile kullanmaktan çekinmediğimiz bir araçtan söz ediyoruz. Eskiden özellikle bakkallardan kredi kartı harcaması yaparken ayıp olmasın diye ihtiyacımız olmayan abur cuburları da aldığımızı hatırlayalım. Bugün ise içinden geçtiğimiz enflasyonist süreç bizi kredi kartının etinden ve sütünden faydalanmaya zorluyor. Özellikle taksitli alışverişin bizi enflasyona karşı koruduğu deneyimi belirsizlik ve risk dönemlerinde tüketicinin kredi kartı kozunu yoğun olarak kullanmasının önünü açıyor. ÜRÜN YERLEŞTİRMESİ KAÇINILMAZ Kamuoyunu etkisi altına alan kredi kartı düzenlemesine ilişkin fırtına yerini harcama kasırgasına bırakmışa benziyor. Özellikle hava şartlarının batıda baharı aratmaması, markaların ve bankaların hem düzenleme haberlerini hem de meteorolojik durumu lehine çevirerek vatandaşı ağır reklam bombardımanı altına alması tüketimden zevk almayı kaçınılmaz kılıyor.   Taksit sınırlandırması ve limit düzenlemesi spekülasyonları zaten tüketimini yerli yersiz öne çekme alışkanlığı edinen tüketiciyi harcamaya daha da eğilimli hale getiriyor. Üstelik bankaların kredi kartına ek taksit imkânı, mil ve para puan kazanma fırsatları üzerinden promosyonlu ürün yerleştirmeleri tüketicinin cezbeye gelmesine davetiye çıkarıyor. Hal böyle olunca asgari ödeme zindanına mahkûm olan tüketici sihirli bir cüzdana sahip olduğu düşüncesiyle kontrolden çıkabiliyor. Aslında finansal fitness için sıradışı bir adım olan kredi kartı, harcamaları sınırlayarak finansal özgürlüğe ulaşmanın anahtarı iken tam tersi bir etkinin önemli bir unsuru haline geliyor.   TESLİM OL SUÇLUSU SENSİN! Kredi kartı kullanımı toplumun sosyoekonomik statüsünden demografik yapısına pek çok faktörün gölgesinde şekilleniyor. Kimimiz var olanı harcıyoruz kimimiz ise harcanıyoruz farkında olmadan. Bugün alışveriş merkezlerinin otoparklarında yer bulamıyorsak, gecenin bir vakti tatlıcıda sıraya giriyorsak, elimizde çantalar dolusu kıyafetlerle bir defilenin podyumunda yürür gibi yürüyorsak, biz hangi coğrafyanın ürünüyüz sorusunu soruyoruz kendimize.   Hangi gelir grubu kontrolsüz bir harcama davranışı sergiliyor hangisi zorunluluktan tabiri caizse bu esaretin içinde rol kesiyor bunu kestiremiyoruz. Sadece faiz enstrümanı üzerinden davranış terbiyesine girişmek belirsizlik ve panik dönemlerinde harcama alışkanlığına sahip tüketici üzerinde beklenilen sonucu maalesef vermiyor. Kredi kartı düzenlemesinin ilk adımı şeffaf bir iletişim süreci olmalı. Tüketici yarın başına ne geleceğini bilmeli. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışma motivasyonu yüksek olan tüketici baz alınarak uygulanacak politikaların başarısız olma olasılıkları yüksek gibi duruyor. Bugün kredi kartını markette, giyim ve aksesuarda, yakıt istasyonlarında, restoranlarda zevk ve tercihlerimiz için yaygın kullanıyoruz. Ama toplumda kredi kartını gıda gibi temel ihtiyaçları için bilinçli ya da bilinçsiz, zorunluluktan kullanan bir gelir grubunun olduğunu da göz ardı etmemeliyiz. Kredi kartının irrasyonel bir şekilde kullanımının yol açtığı tehlikenin çözümü şok bir uygulamanın aksine gelir gruplarının karakteristik özellikleri de dikkate alınarak hayata geçirilecek kademeli ve şeffaf bir düzenlemeden geçiyor. Aksi durumda öngörülemez ve ani bir kredi kartı düzenlemesi özellikle dar gelirli gruplar üzerinde telafisi güç mağduriyetler oluşturma riskini beraberinde taşıyor. Bizde kredi kartı önce özgürlüğün sonra esaretin kod adıdır.
Ekleme Tarihi: 28 February 2024 - Wednesday

Bizde kredi kartı önce özgürlüğün sonra esaretin kod adıdır.

“Dikkat çıkabilir” uyarısı genellikle bir tehlikenin ya da potansiyel bir riskin varlığını belirtmek için kullanılır. Bazen yolda, bazen bina girişlerinde, bazen işyerlerinde. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun haftalık bankacılık sektörü verileri ise aldığı her nefeste tüketicinin yanında olan kredi kartına ilişkin potansiyel tehlikenin altını çiziyor. Bizler için finansal alışkanlığın ötesinde bir zorunluluk haline gelen kredi kartı harcamaları 16 Şubat itibariyle geçen yılın aynı ayına göre yüzde 147 artmış. Bir yandan Merkez Bankası’nın kredi kartına ilişkin düzenleme sinyalleri bir yandan kamuoyu beklentisi taksitli ve taksitsiz alışverişin adresi kredi kartlarını düzensiz kullananlar için çanların çalmasına yol açmış durumda.

 

KREDİ KARTI GECİKME FAİZLERİ
2023 yılının Kasım ayından itibaren politika faizlerindeki artışlar kredi kartı gecikme faizlerine yansıtılmıyor. Taksitli bireysel kredi kartı harcamalarının yüzde 114,8 ve taksitsiz kredi kartı harcamalarının yüzde 181,9 artmış olduğu bir ortamda kredi kartı kullanımını engellemenin çözümünü gecikme faizlerini artırmada aramak kolaycılıktan başka bir şey gibi durmuyor. Çünkü gerek tüketici kredi faizlerindeki artışa rağmen artan kredi hacmi gerekse mevcut durumdaki gecikme faizlerine rağmen artan kredi kartı kullanımı, harcama davranışının dinamiğinde faiz unsurunun tek başına yatmadığına işaret ediyor.
 
Kredi kartı bugün aynı zamanda temassız işlem özelliği ile yoğun bir şekilde tüketiciye temas ediyor, nakit para kullanımının yakın ikamesi pozisyonunu koruyor. Artık bir sakız alırken bile kullanmaktan çekinmediğimiz bir araçtan söz ediyoruz. Eskiden özellikle bakkallardan kredi kartı harcaması yaparken ayıp olmasın diye ihtiyacımız olmayan abur cuburları da aldığımızı hatırlayalım. Bugün ise içinden geçtiğimiz enflasyonist süreç bizi kredi kartının etinden ve sütünden faydalanmaya zorluyor. Özellikle taksitli alışverişin bizi enflasyona karşı koruduğu deneyimi belirsizlik ve risk dönemlerinde tüketicinin kredi kartı kozunu yoğun olarak kullanmasının önünü açıyor.

ÜRÜN YERLEŞTİRMESİ KAÇINILMAZ
Kamuoyunu etkisi altına alan kredi kartı düzenlemesine ilişkin fırtına yerini harcama kasırgasına bırakmışa benziyor. Özellikle hava şartlarının batıda baharı aratmaması, markaların ve bankaların hem düzenleme haberlerini hem de meteorolojik durumu lehine çevirerek vatandaşı ağır reklam bombardımanı altına alması tüketimden zevk almayı kaçınılmaz kılıyor.
 
Taksit sınırlandırması ve limit düzenlemesi spekülasyonları zaten tüketimini yerli yersiz öne çekme alışkanlığı edinen tüketiciyi harcamaya daha da eğilimli hale getiriyor. Üstelik bankaların kredi kartına ek taksit imkânı, mil ve para puan kazanma fırsatları üzerinden promosyonlu ürün yerleştirmeleri tüketicinin cezbeye gelmesine davetiye çıkarıyor. Hal böyle olunca asgari ödeme zindanına mahkûm olan tüketici sihirli bir cüzdana sahip olduğu düşüncesiyle kontrolden çıkabiliyor. Aslında finansal fitness için sıradışı bir adım olan kredi kartı, harcamaları sınırlayarak finansal özgürlüğe ulaşmanın anahtarı iken tam tersi bir etkinin önemli bir unsuru haline geliyor.

 

TESLİM OL SUÇLUSU SENSİN!
Kredi kartı kullanımı toplumun sosyoekonomik statüsünden demografik yapısına pek çok faktörün gölgesinde şekilleniyor. Kimimiz var olanı harcıyoruz kimimiz ise harcanıyoruz farkında olmadan. Bugün alışveriş merkezlerinin otoparklarında yer bulamıyorsak, gecenin bir vakti tatlıcıda sıraya giriyorsak, elimizde çantalar dolusu kıyafetlerle bir defilenin podyumunda yürür gibi yürüyorsak, biz hangi coğrafyanın ürünüyüz sorusunu soruyoruz kendimize.
 
Hangi gelir grubu kontrolsüz bir harcama davranışı sergiliyor hangisi zorunluluktan tabiri caizse bu esaretin içinde rol kesiyor bunu kestiremiyoruz. Sadece faiz enstrümanı üzerinden davranış terbiyesine girişmek belirsizlik ve panik dönemlerinde harcama alışkanlığına sahip tüketici üzerinde beklenilen sonucu maalesef vermiyor.
Kredi kartı düzenlemesinin ilk adımı şeffaf bir iletişim süreci olmalı. Tüketici yarın başına ne geleceğini bilmeli. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışma motivasyonu yüksek olan tüketici baz alınarak uygulanacak politikaların başarısız olma olasılıkları yüksek gibi duruyor. Bugün kredi kartını markette, giyim ve aksesuarda, yakıt istasyonlarında, restoranlarda zevk ve tercihlerimiz için yaygın kullanıyoruz. Ama toplumda kredi kartını gıda gibi temel ihtiyaçları için bilinçli ya da bilinçsiz, zorunluluktan kullanan bir gelir grubunun olduğunu da göz ardı etmemeliyiz.
Kredi kartının irrasyonel bir şekilde kullanımının yol açtığı tehlikenin çözümü şok bir uygulamanın aksine gelir gruplarının karakteristik özellikleri de dikkate alınarak hayata geçirilecek kademeli ve şeffaf bir düzenlemeden geçiyor. Aksi durumda öngörülemez ve ani bir kredi kartı düzenlemesi özellikle dar gelirli gruplar üzerinde telafisi güç mağduriyetler oluşturma riskini beraberinde taşıyor.

Bizde kredi kartı önce özgürlüğün sonra esaretin kod adıdır.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

Daha sonra sağ kalanlar intikam ateşiyle bilenecek ve aynı sonu göze alarak direnerek onlar da şerefiyle yaşayanlar ve ölenler listesinde yer alacaklar.

İnsanımsı hayvana benzeyen çelimsiz biri arkasında bir grup çete ile çarşının en eski esnafını uzun süredir çıkarmak için taciz ediyordu. Yine her zaman yaptıkları gibi dükkâna daldılar, kafalarına göre malları kırıp döktüler, karşı çıkan ihtiyar esnafın oğlunu da tokatladılar. Çarşının en eski esnafıydı ihtiyar adam. Eşi çocukları ve torunları da dükkanda çalışıyorlardı.   Tokat yiyen esnafın oğlu istese bir tokatta bu çelimsiz insan müsveddesini yere serebilirdi. Ancak karşılık verdiğinde hepsinin üstüne saldıracağını biliyordu. Esnafın oğlu “Vurma” dedikçe bu şerefsiz korkak arkasındakilerin verdiği destekle iyice arsızlaştı. Kadını ve çocuğu da tokatlamaya başladı. Delikanlı daha fazla dayanamadı ve ailesiyle birlikte kendisini taciz eden insanımsı hayvana okkalı bir tokatla karşılık verdi. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Çarşıyı haraca kesen çete üyeleri hep birlikte delikanlıya eşine ve çocuğuna saldırdılar. Kadınmış çocukmuş demeden ellerindeki aletleri kullanarak acımasızca dövmeye başladılar   ** Olay çarşının tam ortasındaki dükkanda yaşanıyordu. Bakkal, kasap, manav ne kadar esnaf varsa hepsi tezgahlarının arkasına saklanmış seyrediyorlardı. Çarşının içine sonradan gelen yerli mi yabancı mı ne olduğu belirsiz büyük bir market sahibi ise çete üyelerine gülerek el sallıyordu. Muhtemelen ortadaki çetenin ya yakınıydı ya da ortaklarıydı. Eliyle destek verdiğini göstererek, “Arkanızdayım, kadını da dövün çocuğu da çok iyi yapıyorsunuz devam edin, dükkanı dağıtın, onları da kovun” diyordu. ** Çarşıda asayişi kontrol eden, düzeni sağlayan bir zabıta ve polis teşkilatı vardı ama olayın canlı şahidi olan zabıta ve polis de sanki iş birliği yapmış gibi esnafa uymuştu.   “Yapmayın arkadaşlar, tamam yeter bu kadar” sözünden başka bir şey yapmıyorlardı. Onlar da esnaf gibi seyrediyorlardı. ** Bu vahşete dayanamayan insan kalabilen bir grup çıktı ortaya. Bunlar da çarşının müşterilerindendi. Hep bir ağızdan, “Bırakın vurmayın” diye bağırmaya başladılar. Ancak çeteye dışarıdan müdahale edecek güçlerinin olmadığını da biliyorlardı. Silahsızlardı. Ellerindeki tek güç müşteri olmalarıydı. Hem saldıranlara bağırıyorlar hem de esnafa, zabıtaya polise seslenerek, onları müdahaleye ikna etmeye çabalıyorlardı. Çünkü yalnız onların ortada yaşanan bu caniliği durdurabileceğini biliyorlardı.   Ancak ne deseler ne yapsalar esnaf ile eli silah tutan resmi üniformalı memurları yerinden kıpırdatamıyorlardı. Çeteden hepsinin korktuğu belliydi. ** Korkanların hepsi de işgal ettikleri makam mevki, dükkân, plaza, ofis ne ise o yerleri terk etmeden hem izliyorlar hem de bekliyorlardı. Neyi bekliyorlardı? Çetenin bu aileyi yok etmesini. Veya ortada herkesin gözü önünde dayak yiyen delikanlı eşi ve çocuğunun ölmesini. Veya ailenin dükkanı terk etmelerini. ** Sonra ne olacak? Sonra her şey tanıdıkları aşina oldukları, sığındıkları ‘normal’e dönecek, herkes işine bakacak. Dünya yine eskisi gibi dönecek. Ateş yine eskisi gibi sadece düştüğü yeri yakmaya devam edecek.   Ölenler kurtulacak. Çünkü her zaman ölenler kurtulur. Acıyı çeken geride kalanlardır. Daha sonra ne olacak? Daha sonra sağ kalanlar intikam ateşiyle bilenecek ve aynı sonu göze alarak direnerek onlar da şerefiyle yaşayanlar ve ölenler listesinde yer alacaklar. Acıyı paylaşanların kimisi bu olayı unutacak ve kendi normaline dönecek. Kimisi de bu olayı hiçbir zaman unutmayacak ve kendine ders çıkarıp yeni normal oluşturacak. Seyredenler, elinden geleni yapmayanlar, korkanlar, hak etti diyenler, “keşke biz de orada ölseydik” diyecekleri zamana kadar insanımsı hayvanlar gibi yaşamaya devam edecekler.
Ekleme Tarihi: 28 February 2024 - Wednesday

Daha sonra sağ kalanlar intikam ateşiyle bilenecek ve aynı sonu göze alarak direnerek onlar da şerefiyle yaşayanlar ve ölenler listesinde yer alacaklar.

İnsanımsı hayvana benzeyen çelimsiz biri arkasında bir grup çete ile çarşının en eski esnafını uzun süredir çıkarmak için taciz ediyordu.

Yine her zaman yaptıkları gibi dükkâna daldılar, kafalarına göre malları kırıp döktüler, karşı çıkan ihtiyar esnafın oğlunu da tokatladılar.

Çarşının en eski esnafıydı ihtiyar adam.

Eşi çocukları ve torunları da dükkanda çalışıyorlardı.

 

Tokat yiyen esnafın oğlu istese bir tokatta bu çelimsiz insan müsveddesini yere serebilirdi.

Ancak karşılık verdiğinde hepsinin üstüne saldıracağını biliyordu.

Esnafın oğlu “Vurma” dedikçe bu şerefsiz korkak arkasındakilerin verdiği destekle iyice arsızlaştı.

Kadını ve çocuğu da tokatlamaya başladı.

Delikanlı daha fazla dayanamadı ve ailesiyle birlikte kendisini taciz eden insanımsı hayvana okkalı bir tokatla karşılık verdi.

İşte ne olduysa ondan sonra oldu.

Çarşıyı haraca kesen çete üyeleri hep birlikte delikanlıya eşine ve çocuğuna saldırdılar.

Kadınmış çocukmuş demeden ellerindeki aletleri kullanarak acımasızca dövmeye başladılar

 

**

Olay çarşının tam ortasındaki dükkanda yaşanıyordu.

Bakkal, kasap, manav ne kadar esnaf varsa hepsi tezgahlarının arkasına saklanmış seyrediyorlardı.

Çarşının içine sonradan gelen yerli mi yabancı mı ne olduğu belirsiz büyük bir market sahibi ise çete üyelerine gülerek el sallıyordu.

Muhtemelen ortadaki çetenin ya yakınıydı ya da ortaklarıydı.

Eliyle destek verdiğini göstererek, “Arkanızdayım, kadını da dövün çocuğu da çok iyi yapıyorsunuz devam edin, dükkanı dağıtın, onları da kovun” diyordu.

**

Çarşıda asayişi kontrol eden, düzeni sağlayan bir zabıta ve polis teşkilatı vardı ama olayın canlı şahidi olan zabıta ve polis de sanki iş birliği yapmış gibi esnafa uymuştu.

 

“Yapmayın arkadaşlar, tamam yeter bu kadar” sözünden başka bir şey yapmıyorlardı.

Onlar da esnaf gibi seyrediyorlardı.

**

Bu vahşete dayanamayan insan kalabilen bir grup çıktı ortaya.

Bunlar da çarşının müşterilerindendi.

Hep bir ağızdan, “Bırakın vurmayın” diye bağırmaya başladılar.

Ancak çeteye dışarıdan müdahale edecek güçlerinin olmadığını da biliyorlardı.

Silahsızlardı.

Ellerindeki tek güç müşteri olmalarıydı.

Hem saldıranlara bağırıyorlar hem de esnafa, zabıtaya polise seslenerek, onları müdahaleye ikna etmeye çabalıyorlardı.

Çünkü yalnız onların ortada yaşanan bu caniliği durdurabileceğini biliyorlardı.

 

Ancak ne deseler ne yapsalar esnaf ile eli silah tutan resmi üniformalı memurları yerinden kıpırdatamıyorlardı.

Çeteden hepsinin korktuğu belliydi.

**

Korkanların hepsi de işgal ettikleri makam mevki, dükkân, plaza, ofis ne ise o yerleri terk etmeden hem izliyorlar hem de bekliyorlardı.

Neyi bekliyorlardı?

Çetenin bu aileyi yok etmesini.

Veya ortada herkesin gözü önünde dayak yiyen delikanlı eşi ve çocuğunun ölmesini.

Veya ailenin dükkanı terk etmelerini.

**

Sonra ne olacak?

Sonra her şey tanıdıkları aşina oldukları, sığındıkları ‘normal’e dönecek, herkes işine bakacak.

Dünya yine eskisi gibi dönecek.

Ateş yine eskisi gibi sadece düştüğü yeri yakmaya devam edecek.

 

Ölenler kurtulacak.

Çünkü her zaman ölenler kurtulur.

Acıyı çeken geride kalanlardır.

Daha sonra ne olacak?

Daha sonra sağ kalanlar intikam ateşiyle bilenecek ve aynı sonu göze alarak direnerek onlar da şerefiyle yaşayanlar ve ölenler listesinde yer alacaklar.

Acıyı paylaşanların kimisi bu olayı unutacak ve kendi normaline dönecek. Kimisi de bu olayı hiçbir zaman unutmayacak ve kendine ders çıkarıp yeni normal oluşturacak.

Seyredenler, elinden geleni yapmayanlar, korkanlar, hak etti diyenler, “keşke biz de orada ölseydik” diyecekleri zamana kadar insanımsı hayvanlar gibi yaşamaya devam edecekler.
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

Biden yönetimi Rusya’nın canını gerçekten yakacak bazı kritik adımları atmaktan çekiniyor.

Biden yönetimi, Rus muhalif lider Navalni’nin ölümü sonrasında Rusya’ya beş yüz yeni kurum ve isme karşı yaptırım açıkladı. Ukrayna savaşının ikinci yıldönümüne denk gelen Navalni’nin hapishanede ölüm (veya öldürülme) haberi, Amerikan Kongresi’nin Ukrayna’ya 60 milyar dolarlık yardım paketini geçiremediği bir aşamada geldi. Başkan Biden, Navalni’nin eşi ve kızıyla görüştü ve Rusya Devlet Başkanı Putin’i Navalni’nin ölümünden sorumlu tutan sert sözler sarf etti. Biden daha önce Navalni’yi bir şey olursa bedeli ağır olacak şeklinde tehditler savurmuştu. Yeni yaptırımlar açıklayarak hesap sorma yoluna giden Biden’ın Rusya’nın Batı bankalarındaki 300 milyar dolarına el koyma seçeneğinden uzak durması, şu aşamada Putin’le geniş kapsamlı bir kapışmaya hazır olmadığına işaret ediyor. Navalni’nin ölümüne sert bir karşılık vermesi yolunda artan siyasi baskı üzerine açıkladığı yeni yaptırım paketinin ne kadar etkili olacağını zaman gösterecek. Şimdiye kadarki yaptırımların Rusya’ya ağır mali kayıp verdirse de Putin’i Ukrayna konusunda geri adım atmaya zorlayamadığı ortada. Yeni yaptırımların da farklı bir sonuç doğuracağını beklemek gerçekçi değil. Yaptırımların takibi ve uygulanması uzun sürüyor ve Batı’da iş yapmayan firma ve şahıslar açısından da fazla bir şey ifade etmiyor. Moskova’nın tehditler ve yaptırımlar üzerinden yola getirilmesi teoride mümkün olsa da Putin’in Ukrayna savaşını bitirmeye ikna edilmesi için yeterli olmadığı açık. Biden yönetimi uzun zamandır havuç göstermeden sopa göstermeye devam ediyor ancak sopa seçiminde de cesur olduğu söylenemez. ENERJİ DENKLEMİ   Biden yönetimi Rusya’nın canını gerçekten yakacak bazı kritik adımları atmaktan çekiniyor. Şu ana kadar toplamda iki bin civarında kurum ve kişiye karşı açıklanan yaptırımların etkin takibi ve uygulanması sağlansa bile, Çin ve İran gibi birçok ülkeye petrol satışına devam edebilen Rusya’nın köşeye sıkıştırılması zor. Avrupa Birliği ve ABD, Rusya’dan petrol almıyor ve başka ülkelerin alımını engellemek yerine varil başına 60 dolar üst sınır koydu. Bu şekilde Rusya’yı petrolün maliyetine yakın bir fiyattan satmaya zorlayarak dünya enerji piyasalarına etkisini sınırlamayı hedeflediler. Aksi takdirde küresel bir enerji krizi yeni bir global ekonomik krizi tetikleyebilirdi. Biden’ın küresel gıda krizi, tedarik zinciri sorunları ve yüksek enflasyon ortamında, enerji krizinin uzamasına tahammülü yoktu. Enerji krizinin benzin fiyatlarını rekor seviyelere çıkardığı bir aşamada, ABD içindeki hidrokarbon üretimine karşı çıkan kitlelerin nüfuzu yönetimi petrol ve gaz üretimine yüklenmekten alıkoydu. Biden, Demokratlar arasındaki iklim değişikliği hassasiyeti bağlamında yeni petrol üretim sahası izinlerini vermekten uzak durdu. ABD, Trump zamanında olduğu gibi petrol ve doğalgaz üretiminin önündeki çevre kaygılı engelleri kaldırsaydı küresel enerji krizini belli ölçüde engelleyebilirdi. Bu riski alamayınca, Rusya’nın enerji piyasalarında kalmasına izin vermek zorunda kaldı. Zaten Rusya’yı enerji piyasalarından tamamen çıkarma gücüne de sahip değiller zira Çin, Hindistan ve İran gibi ülkeler Rusya’nın bu şekilde ablukaya alınmasına zaten izin vermeyeceklerdi.   300 MİLYAR DOLARA EL KOYMAK Ukrayna’ya ‘sonuna kadar yardım’ sloganıyla Batı desteğinin liderliğini yürüten Biden, şimdi adeta denizin tükendiği noktaya gelmiş durumda. Senato, yeni bir yardım paketini onayladı ancak Trump’ın etkisindeki Temsilciler Meclisi lideri Mike Johnson, Ukrayna’ya yardımı gündeme almaya yanaşmıyor. Biden’ın bir formül üretip Cumhuriyetçileri razı etmesi zor görünüyor zira Trump bu konuda ona siyasi bir zafer vermek istemeyecektir. Biden’ın Rusya’ya baskı konusunda elini zayıflatan bu denklemde, Rusya’nın Batı’daki 300 milyar dolara el koyma meselesi daha fazla gündeme gelebilir. Biden böyle bir adımın dolardan kaçışı tetiklemesinden ve Rusya’ya karşı baskı araçlarından birinin daha elinden çıkacak olmasından çekiniyor. Ancak Moskova’nın dikkatini çekmesi için etkisiz yaptırımların ötesine geçmesi gerektiği de ortada. Bütün bunlar Biden yönetiminin savaşı sona erdirecek bir stratejisi olmadığını bir kez daha ortaya koyuyor. Yaptırımlar ve Rusya’nın izole edilme çabalarının Çin ve Hindistan gibi ülkelerin desteği olmadan sonuç vermesi mümkün değil. Rusya’nın Batı’daki parasına el koyulması da bu güçleri iyice Batı’dan uzaklaştırabilir çünkü bu tür yatırımların Batı’da güvende olmadığı mesajı verilmiş olacak. Bu fonların Ukrayna’nın direnişi ve yeniden inşasında kullanılmasını önerenler, Rusya’nın işgal girişimi ve savaş başlatmasıyla bu fonlara el konulmasının hukuki zemininin oluştuğunu savunuyor. Biden yönetimi ise bu adımı atmaya hiç de yakın görünmüyor. Belki bunu daha ileri bir safha veya muhtemel müzakerelerde koz olarak elinde tutmak istiyor. Ancak son iki yılda yaşananlar, ortada gerçekçi bir barış planı olmadan sadece Rusya’ya baskıyla savaşın bitirilemeyeceğini bize göstermiş durumda. Bu bağlamda Biden’ın Navalni yaptırımlarının Rusya’ya baskının artırıldığı mesajı vermek üzere dizayn edildiğini ancak savaşı bitirme yönünde kritik bir etki yapmasının çok düşük bir ihtimal olduğunu söyleyebiliriz.  
Ekleme Tarihi: 28 February 2024 - Wednesday

Biden yönetimi Rusya’nın canını gerçekten yakacak bazı kritik adımları atmaktan çekiniyor.

Biden yönetimi, Rus muhalif lider Navalni’nin ölümü sonrasında Rusya’ya beş yüz yeni kurum ve isme karşı yaptırım açıkladı. Ukrayna savaşının ikinci yıldönümüne denk gelen Navalni’nin hapishanede ölüm (veya öldürülme) haberi, Amerikan Kongresi’nin Ukrayna’ya 60 milyar dolarlık yardım paketini geçiremediği bir aşamada geldi. Başkan Biden, Navalni’nin eşi ve kızıyla görüştü ve Rusya Devlet Başkanı Putin’i Navalni’nin ölümünden sorumlu tutan sert sözler sarf etti. Biden daha önce Navalni’yi bir şey olursa bedeli ağır olacak şeklinde tehditler savurmuştu. Yeni yaptırımlar açıklayarak hesap sorma yoluna giden Biden’ın Rusya’nın Batı bankalarındaki 300 milyar dolarına el koyma seçeneğinden uzak durması, şu aşamada Putin’le geniş kapsamlı bir kapışmaya hazır olmadığına işaret ediyor.

Navalni’nin ölümüne sert bir karşılık vermesi yolunda artan siyasi baskı üzerine açıkladığı yeni yaptırım paketinin ne kadar etkili olacağını zaman gösterecek. Şimdiye kadarki yaptırımların Rusya’ya ağır mali kayıp verdirse de Putin’i Ukrayna konusunda geri adım atmaya zorlayamadığı ortada. Yeni yaptırımların da farklı bir sonuç doğuracağını beklemek gerçekçi değil. Yaptırımların takibi ve uygulanması uzun sürüyor ve Batı’da iş yapmayan firma ve şahıslar açısından da fazla bir şey ifade etmiyor. Moskova’nın tehditler ve yaptırımlar üzerinden yola getirilmesi teoride mümkün olsa da Putin’in Ukrayna savaşını bitirmeye ikna edilmesi için yeterli olmadığı açık. Biden yönetimi uzun zamandır havuç göstermeden sopa göstermeye devam ediyor ancak sopa seçiminde de cesur olduğu söylenemez.

ENERJİ DENKLEMİ
 

Biden yönetimi Rusya’nın canını gerçekten yakacak bazı kritik adımları atmaktan çekiniyor. Şu ana kadar toplamda iki bin civarında kurum ve kişiye karşı açıklanan yaptırımların etkin takibi ve uygulanması sağlansa bile, Çin ve İran gibi birçok ülkeye petrol satışına devam edebilen Rusya’nın köşeye sıkıştırılması zor. Avrupa Birliği ve ABD, Rusya’dan petrol almıyor ve başka ülkelerin alımını engellemek yerine varil başına 60 dolar üst sınır koydu. Bu şekilde Rusya’yı petrolün maliyetine yakın bir fiyattan satmaya zorlayarak dünya enerji piyasalarına etkisini sınırlamayı hedeflediler. Aksi takdirde küresel bir enerji krizi yeni bir global ekonomik krizi tetikleyebilirdi. Biden’ın küresel gıda krizi, tedarik zinciri sorunları ve yüksek enflasyon ortamında, enerji krizinin uzamasına tahammülü yoktu.

Enerji krizinin benzin fiyatlarını rekor seviyelere çıkardığı bir aşamada, ABD içindeki hidrokarbon üretimine karşı çıkan kitlelerin nüfuzu yönetimi petrol ve gaz üretimine yüklenmekten alıkoydu. Biden, Demokratlar arasındaki iklim değişikliği hassasiyeti bağlamında yeni petrol üretim sahası izinlerini vermekten uzak durdu. ABD, Trump zamanında olduğu gibi petrol ve doğalgaz üretiminin önündeki çevre kaygılı engelleri kaldırsaydı küresel enerji krizini belli ölçüde engelleyebilirdi. Bu riski alamayınca, Rusya’nın enerji piyasalarında kalmasına izin vermek zorunda kaldı. Zaten Rusya’yı enerji piyasalarından tamamen çıkarma gücüne de sahip değiller zira Çin, Hindistan ve İran gibi ülkeler Rusya’nın bu şekilde ablukaya alınmasına zaten izin vermeyeceklerdi.

 
300 MİLYAR DOLARA EL KOYMAK

Ukrayna’ya ‘sonuna kadar yardım’ sloganıyla Batı desteğinin liderliğini yürüten Biden, şimdi adeta denizin tükendiği noktaya gelmiş durumda. Senato, yeni bir yardım paketini onayladı ancak Trump’ın etkisindeki Temsilciler Meclisi lideri Mike Johnson, Ukrayna’ya yardımı gündeme almaya yanaşmıyor. Biden’ın bir formül üretip Cumhuriyetçileri razı etmesi zor görünüyor zira Trump bu konuda ona siyasi bir zafer vermek istemeyecektir. Biden’ın Rusya’ya baskı konusunda elini zayıflatan bu denklemde, Rusya’nın Batı’daki 300 milyar dolara el koyma meselesi daha fazla gündeme gelebilir. Biden böyle bir adımın dolardan kaçışı tetiklemesinden ve Rusya’ya karşı baskı araçlarından birinin daha elinden çıkacak olmasından çekiniyor. Ancak Moskova’nın dikkatini çekmesi için etkisiz yaptırımların ötesine geçmesi gerektiği de ortada.

Bütün bunlar Biden yönetiminin savaşı sona erdirecek bir stratejisi olmadığını bir kez daha ortaya koyuyor. Yaptırımlar ve Rusya’nın izole edilme çabalarının Çin ve Hindistan gibi ülkelerin desteği olmadan sonuç vermesi mümkün değil. Rusya’nın Batı’daki parasına el koyulması da bu güçleri iyice Batı’dan uzaklaştırabilir çünkü bu tür yatırımların Batı’da güvende olmadığı mesajı verilmiş olacak. Bu fonların Ukrayna’nın direnişi ve yeniden inşasında kullanılmasını önerenler, Rusya’nın işgal girişimi ve savaş başlatmasıyla bu fonlara el konulmasının hukuki zemininin oluştuğunu savunuyor. Biden yönetimi ise bu adımı atmaya hiç de yakın görünmüyor. Belki bunu daha ileri bir safha veya muhtemel müzakerelerde koz olarak elinde tutmak istiyor. Ancak son iki yılda yaşananlar, ortada gerçekçi bir barış planı olmadan sadece Rusya’ya baskıyla savaşın bitirilemeyeceğini bize göstermiş durumda. Bu bağlamda Biden’ın Navalni yaptırımlarının Rusya’ya baskının artırıldığı mesajı vermek üzere dizayn edildiğini ancak savaşı bitirme yönünde kritik bir etki yapmasının çok düşük bir ihtimal olduğunu söyleyebiliriz.

 
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

EKREM İMAMOĞLU YABANCI ELÇİLER İÇİN NEDEN BU KADAR ÖNEMLİ?

İmamoğlu’nun eski trol sayfası günümüzde Kılıçdaroğlu’na yakın Tolgahan Erdoğan’ın örtülü yönetiminde olan İBB Haber isimli sosyal medya kanalı(trolü) geçtiğimiz günlerde CHP’li İBB’ye ait ifşalara başlamıştı. Bu trol sayfasında birkaç gün önce yayınlanan skandal ve ihanet videosu kamuoyunda ciddi bir ses getirmenin ötesinde Ekrem İmamoğlu’nun milli ve yerli olmadığını ABD, İngiltere ve Yunanistan Büyükelçileri başta olmak üzere yabancı elçiler ile ilişkilerini deşifre ederek İstanbul’u neden ABD’li bir şirkete teslim ettiğinin açık işaretlerini veriyordu. 2023 çifte seçimlerinden ağır bir hezimetle çıkan Kılıçdaroğlu CHP’si kongrede tasfiye edilmiş yerine Özgür Özel Genel Başkan seçilmişti. Ancak günümüzde parti içinde toparlanamayan CHP’de Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu ve Kemal Kılıçdaroğlu denklemli Genel Başkanlık güç savaşı kızışarak devam ediyor. 31 Mart seçimlerine sayılı günler bu hizipleşmenin başını çektiği anlaşılan İmamoğlu yeniden seçilme korkusu yaşarken kurduğu trol ağlarla Kılıçdaroğlu ve Özel’i yıpratırken Kılıçdaroğlu da İmamoğlu’nun kirli çamaşırlarını İBB Haber isimli sosyal medya (trolü) ile ortaya dökerek İmamoğlu’na zarar vermeye çalışıyor. Bu savaşın içine İYİ Parti lideri Akşener de katılarak İmamoğlu’nun ‘Yüzündeki Rabbi Yessir tarihe karıştı’ eleştirisi ile birlikte sert sözlerle İmamoğlu'na yüklenerek "Mesela eli genel merkezlerinde gözü başka mevkilerde, boş zamanlarında da İstanbul’da olanlar bu şehri yönetemez" şeklinde İmamoğlu’nun liyakatsizliğini açıkça ortaya koyuyordu.   İBB TROL AĞINA (ZOOM ÇETESİNE) YÖNELİK DİKKAT ÇEKEN İFŞALAR   Ekrem İmamoğlu’nun sağ kolu Murat Ongun’u işaret eden Tolgahan Erdoğan sosyal medyada İmamoğlu lehine algı yapan “Ekrem Edit, Editlerin Efendisi, Yankı Haber, Gençliğimiz Var” gibi bir çok hesabın İBB kontrolünde olduğunu açıkladı. “Yalan bilgilerle CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na ve CHP’ye operasyon yapan ‘Ekrem Edit’ adlı hesabın yöneticisinin İBB iştiraki Medya İstanbul AŞ. çalışanı M.G. olduğu ortaya çıktı. Şirketteki unvânı sosyal medya yöneticisi, kadrosu uzman olan M.G. adlı bu çalışana bağlı sosyal medyada kalabalık bir trol ekibi var. Zoom Çetesi geçtiğimiz yıl içinde Kemal Kılıçdaroğlu’na kazanacak aday operasyonu, Meral Akşener’e masadan kalkma operasyonu, Muharrem İnce’ye kaset operasyonu yapan ekiplerin başındaydı. Kurultay öncesi DEĞİŞİM ALEVİ tweeti atan ve kurultay akşamı 'Kılıçdaroğlu yarıştan çekildi' yalanını atan yine EKREM EDİT isimli hesaptı. Sormak lazım? Bu isimlerin bu denli büyük operasyonları MEDYA A.Ş.'nin başında halen Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapan Murat Ongun’dan'dan habersiz yapmaları mümkün mü? Peki İstanbul Planlama Ajansı bu işin neresinde? Selin Sayek Böke'nin de sıkça ziyaret ettiği İPA'nın Florya’daki kampüsünde bu isimlerin sürekli bir araya gelmeleri de ayrı bir soru işareti? Geçtiğimiz günlerde de Ekrem İmamoğlu yönetimindeki İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin iftiraya dayalı yanlış yönlendirmenin merkezi haline gelen Ekşi Sözlük’te kurduğu trol ağı ile algı operasyonları yapmaya çalıştığı bir kez daha ifşa olmuştu. Yaşananlar İmamoğlu’nun vatandaşa hizmet etmek yerine kurduğu trol ağı ile algı yaptığını bir kez daha gösterdi.   EKŞİ SÖZLÜK: AYNI IP ADRESİ ÜZERİNDEN GÖRÜNÜRLÜK YÜKSELTEN HESAPLAR KAPATILDI Ekşi Sözlük hesap kapatılmasına ilişkin yaptığı açıklamada 'Aynı IP adresinden Sözlük’e giren ve birbirlerinin başlıklarına entry’ler girerek başlıkların görünürlüğünü arttırmaya çalışan hesaplar 15/01/2024’te “çoklu hesabın kötüye kullanımı” sebebiyle kapatıldı. Herhangi birini “desteklemek” sözlük hesabının kapatılma sebebi değildir' ifadelerine yer verilmişti. Söz konusu açıklama İmamoğlu ekibinin kurdukları trol ağı ile sosyal ağlarda manipülasyon ve algı operasyonu çektiğinin kanıtı oldu.   İstanbul'a hizmet dışında reklam ve trollere para yağdıran CHP'li Ekrem İmamoğlu'nun sağ kolu Murat Ongun'un, İBB bütçesinden trollere ne kadar bütçe verdiği, kaç kişilik ekip çalıştırdığı ve maaşları hangi harcama kalemi olarak gösterdiği herkes tarafından merak konusu oldu. Neden bir açıklama yapılmıyor?   EKREM İMAMOĞLU YABANCI ELÇİLER İÇİN NEDEN BU KADAR ÖNEMLİ? Ekrem İmamoğlu yabancı elçiler için neden bu kadar önemli? başlığıyla yayınlanan videoya ve açıklanan iddiaya göre, CHP’li İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu İstanbul Ulaşım ve Trafik Projesi adı altında 5 milyonluk bir hibe anlaşması imzaladı. ABD ile yapılan bu anlaşma ile İstanbul’un trafik sinyalizasyon ve kamera sistemlerinin tüm kritik verileri ABD merkezli bir firmaya teslim edildi. Bu durumun ulusal güvenliğimize açık bir tehdit içerdiği kanaatindeyim.   BU İDDİALAR GERÇEK OLABİLİR Mİ? ABD BÜYÜKELÇİLİK SİTESİNDEN İMAMOĞLU PAYLAŞIMI! ABD Ankara Büyükelçiliği ve Türkiye Konsoloslukları’na ait olan tr.usembassy.gov sitesinde bu anlaşma için şu ifadeler kullanıldı. “USTDA’nın sağladığı teknik yardım, Büyükşehir Belediyesi’nin yüksek standartlarda kent hizmeti vermesine ve artan veri yönetimi ihtiyaçlarını karşılamasına imkan vererek, İstanbul’un veriye dayalı politika yapma kapasitesini dönüştürecektir. Analitik Mükemmeliyet Merkezi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, muhtelif birimlerinde görevli çalışanlar nezdinde büyük verileri ve veri analiz becerilerini daha etkin bir hale getirmesini ve daha da geliştirmesini sağlayacaktır. Ayrıca ilgili içerikte, “ABD Ticaret ve Kalkınma Ajansı (USTDA), şehrin dijital altyapısının dönüşümüne destek sağlamak amacıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne hibe sağladı. USTDA’nın sağladığı hibeyle İstanbul’un veri merkezinin kapsamının genişletilmesi ve Analitik Mükemmeliyet Merkezi kurulması için sağlanacak teknik yardım finanse edilecek.” denildi. Yerseniz!!!
Ekleme Tarihi: 28 February 2024 - Wednesday

EKREM İMAMOĞLU YABANCI ELÇİLER İÇİN NEDEN BU KADAR ÖNEMLİ?

İmamoğlu’nun eski trol sayfası günümüzde Kılıçdaroğlu’na yakın Tolgahan Erdoğan’ın örtülü yönetiminde olan İBB Haber isimli sosyal medya kanalı(trolü) geçtiğimiz günlerde CHP’li İBB’ye ait ifşalara başlamıştı. Bu trol sayfasında birkaç gün önce yayınlanan skandal ve ihanet videosu kamuoyunda ciddi bir ses getirmenin ötesinde Ekrem İmamoğlu’nun milli ve yerli olmadığını ABD, İngiltere ve Yunanistan Büyükelçileri başta olmak üzere yabancı elçiler ile ilişkilerini deşifre ederek İstanbul’u neden ABD’li bir şirkete teslim ettiğinin açık işaretlerini veriyordu.

2023 çifte seçimlerinden ağır bir hezimetle çıkan Kılıçdaroğlu CHP’si kongrede tasfiye edilmiş yerine Özgür Özel Genel Başkan seçilmişti. Ancak günümüzde parti içinde toparlanamayan CHP’de Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu ve Kemal Kılıçdaroğlu denklemli Genel Başkanlık güç savaşı kızışarak devam ediyor. 31 Mart seçimlerine sayılı günler bu hizipleşmenin başını çektiği anlaşılan İmamoğlu yeniden seçilme korkusu yaşarken kurduğu trol ağlarla Kılıçdaroğlu ve Özel’i yıpratırken Kılıçdaroğlu da İmamoğlu’nun kirli çamaşırlarını İBB Haber isimli sosyal medya (trolü) ile ortaya dökerek İmamoğlu’na zarar vermeye çalışıyor. Bu savaşın içine İYİ Parti lideri Akşener de katılarak İmamoğlu’nun ‘Yüzündeki Rabbi Yessir tarihe karıştı’ eleştirisi ile birlikte sert sözlerle İmamoğlu'na yüklenerek "Mesela eli genel merkezlerinde gözü başka mevkilerde, boş zamanlarında da İstanbul’da olanlar bu şehri yönetemez" şeklinde İmamoğlu’nun liyakatsizliğini açıkça ortaya koyuyordu.

 

İBB TROL AĞINA (ZOOM ÇETESİNE) YÖNELİK DİKKAT ÇEKEN İFŞALAR
 

Ekrem İmamoğlu’nun sağ kolu Murat Ongun’u işaret eden Tolgahan Erdoğan sosyal medyada İmamoğlu lehine algı yapan “Ekrem Edit, Editlerin Efendisi, Yankı Haber, Gençliğimiz Var” gibi bir çok hesabın İBB kontrolünde olduğunu açıkladı. “Yalan bilgilerle CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na ve CHP’ye operasyon yapan ‘Ekrem Edit’ adlı hesabın yöneticisinin İBB iştiraki Medya İstanbul AŞ. çalışanı M.G. olduğu ortaya çıktı. Şirketteki unvânı sosyal medya yöneticisi, kadrosu uzman olan M.G. adlı bu çalışana bağlı sosyal medyada kalabalık bir trol ekibi var. Zoom Çetesi geçtiğimiz yıl içinde Kemal Kılıçdaroğlu’na kazanacak aday operasyonu, Meral Akşener’e masadan kalkma operasyonu, Muharrem İnce’ye kaset operasyonu yapan ekiplerin başındaydı. Kurultay öncesi DEĞİŞİM ALEVİ tweeti atan ve kurultay akşamı 'Kılıçdaroğlu yarıştan çekildi' yalanını atan yine EKREM EDİT isimli hesaptı. Sormak lazım? Bu isimlerin bu denli büyük operasyonları MEDYA A.Ş.'nin başında halen Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapan Murat Ongun’dan'dan habersiz yapmaları mümkün mü? Peki İstanbul Planlama Ajansı bu işin neresinde? Selin Sayek Böke'nin de sıkça ziyaret ettiği İPA'nın Florya’daki kampüsünde bu isimlerin sürekli bir araya gelmeleri de ayrı bir soru işareti? Geçtiğimiz günlerde de Ekrem İmamoğlu yönetimindeki İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin iftiraya dayalı yanlış yönlendirmenin merkezi haline gelen Ekşi Sözlük’te kurduğu trol ağı ile algı operasyonları yapmaya çalıştığı bir kez daha ifşa olmuştu. Yaşananlar İmamoğlu’nun vatandaşa hizmet etmek yerine kurduğu trol ağı ile algı yaptığını bir kez daha gösterdi.

 

EKŞİ SÖZLÜK: AYNI IP ADRESİ ÜZERİNDEN GÖRÜNÜRLÜK YÜKSELTEN HESAPLAR KAPATILDI

Ekşi Sözlük hesap kapatılmasına ilişkin yaptığı açıklamada 'Aynı IP adresinden Sözlük’e giren ve birbirlerinin başlıklarına entry’ler girerek başlıkların görünürlüğünü arttırmaya çalışan hesaplar 15/01/2024’te “çoklu hesabın kötüye kullanımı” sebebiyle kapatıldı. Herhangi birini “desteklemek” sözlük hesabının kapatılma sebebi değildir' ifadelerine yer verilmişti. Söz konusu açıklama İmamoğlu ekibinin kurdukları trol ağı ile sosyal ağlarda manipülasyon ve algı operasyonu çektiğinin kanıtı oldu.

 

İstanbul'a hizmet dışında reklam ve trollere para yağdıran CHP'li Ekrem İmamoğlu'nun sağ kolu Murat Ongun'un, İBB bütçesinden trollere ne kadar bütçe verdiği, kaç kişilik ekip çalıştırdığı ve maaşları hangi harcama kalemi olarak gösterdiği herkes tarafından merak konusu oldu. Neden bir açıklama yapılmıyor?

 

EKREM İMAMOĞLU YABANCI ELÇİLER İÇİN NEDEN BU KADAR ÖNEMLİ?

Ekrem İmamoğlu yabancı elçiler için neden bu kadar önemli? başlığıyla yayınlanan videoya ve açıklanan iddiaya göre, CHP’li İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu İstanbul Ulaşım ve Trafik Projesi adı altında 5 milyonluk bir hibe anlaşması imzaladı. ABD ile yapılan bu anlaşma ile İstanbul’un trafik sinyalizasyon ve kamera sistemlerinin tüm kritik verileri ABD merkezli bir firmaya teslim edildi. Bu durumun ulusal güvenliğimize açık bir tehdit içerdiği kanaatindeyim.

 

BU İDDİALAR GERÇEK OLABİLİR Mİ? ABD BÜYÜKELÇİLİK SİTESİNDEN İMAMOĞLU PAYLAŞIMI!

ABD Ankara Büyükelçiliği ve Türkiye Konsoloslukları’na ait olan tr.usembassy.gov sitesinde bu anlaşma için şu ifadeler kullanıldı. “USTDA’nın sağladığı teknik yardım, Büyükşehir Belediyesi’nin yüksek standartlarda kent hizmeti vermesine ve artan veri yönetimi ihtiyaçlarını karşılamasına imkan vererek, İstanbul’un veriye dayalı politika yapma kapasitesini dönüştürecektir. Analitik Mükemmeliyet Merkezi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, muhtelif birimlerinde görevli çalışanlar nezdinde büyük verileri ve veri analiz becerilerini daha etkin bir hale getirmesini ve daha da geliştirmesini sağlayacaktır. Ayrıca ilgili içerikte, “ABD Ticaret ve Kalkınma Ajansı (USTDA), şehrin dijital altyapısının dönüşümüne destek sağlamak amacıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne hibe sağladı. USTDA’nın sağladığı hibeyle İstanbul’un veri merkezinin kapsamının genişletilmesi ve Analitik Mükemmeliyet Merkezi kurulması için sağlanacak teknik yardım finanse edilecek.” denildi. Yerseniz!!!

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

Küresel Baronların “içerideki bayileridir!

Rothschild Hanedanı’nın dördüncü kuşak lideri Lord Jacob Rothschild 87 yaşında öldü. -İla cehenneme zümera! *** Küresel Baron, 2017 senesinde verdiği bir röportajda… “1948’de İsrail devletinin kurulmasının ailesi tarafından sağlandığını” söylemişti! *** Siyonist J.R, şeytanlaşan insanların simge isimlerindendi. -Aynen, Soykırımcı Netanyahu gibi! ***   Rothschild’ler, Rockefeller Hanedanı ile birlikte… Haçlı Siyonist İttifakı’nı oluşturan belli başlı Batılı devletlerin derin yapılarını kontrol eden ailelerden ilk ikisidir. *** İşte bu derin gerçeğe, yıllardır “Komplo Teorisi” muamelesi çekenler, işbirlikçi sınıfın muhtelif mesleklerdeki görevli mensuplarıdır. Türkiye’deki Tekelci Sermaye’nin meşhur kompradorları, bu kapı gibi gerçeği “hasıraltı edebilmek” için hikâyeler anlatmayı severler!   KAÇIŞI OLMAYAN BELGELER ABD Merkez Bankası (FED), çoklarının bildiğinin aksine bir kamu kuruluşu değildir. Dönemin ABD Başkanı Kennedy, Federal Reserve sistemine son vermek ve de Vietnam Savaşı’ndan çekilmek için harekete geçtiğinde Hanedanlar’ın hışmına uğramıştı.   22 Kasım 1963’te Texas/Dallas’taki derin suikastta CIA’in tetikçilerine öldürtüldü! *** Kennedy’nin katledilmesinden sonra… “Uçakta apar topar yemin ederek yerine geçen” Yardımcısı Lyndon Johnson; JFK’in FED ile Vietnam yönergelerini geri çekti! *** Eustace Mullins, 1983 yılında yayınlanan “The Secrets of the Federal Reserve” (ABD Merkez Bankası’nın Sırları) adlı kitabında... FED ile ona üye bankaların; Rothschild, Rockefeller, Warburg hanedanları ve diğer ailelerle bağlantılarını çizelgelerle gösterip belgelemiştir! (Sayfa: 179) DEŞİFRE’YE KONTRA ATAK Yazar Dean Handerson ise “ABD Merkez Bankası Karteli” adlı kitabında; hanedanların küresel ekonomi üzerinde uyguladıkları etkili kontrolün “abartı olmadığını” ve “bu ilişkinin özel gayretlerle gizlendiğini” şöyle anlatıyor:   “Bu büyük sermaye güçlerini herhangi bir şekilde teşhir/deşifre edenler; o hanedanların sahibi oldukları medya kuruluşlarınca gözden düşürülür… Anlattıkları, birer komplo teorisi oldukları gerekçesiyle değersizleştirilir… Komplo kelimesi de, tıpkı komünizm gibi öcü olarak gösterilmiştir. Bu sözcüğü kullanmaya cesaret eden biri kamuya açık tartışmadan hemen dışlanır… O kişi, aklı yerinde olmayan bir deli diye damgalanır! Ancak gerçekler ortadadır…” (Scala Yayıncılık; Sayfa: 21) DEVEKUŞLARI KOROSU Halid Özkul, derin komploların varlığını inkâr edenler için aynen şöyle yazmıştı: “CIA üflemeli birileri ‘Komplo Teorisi’ diyor! Kerameti hep Batı’da arayan bizim devekuşları korosu da ‘Evet, evet, senin bu söylediğin Komplo Teorisi’ diye çığırıyor…   Hâlbuki ortada teori falan yok, eylem var. Operasyon var, yani…” (Globalist Karşı Devrim; Sayfa: 9-10, Doğu Kitabevi, 2014) *** Yeri gelmişken, İsmet Özel’in şu sözlerini de hatırlayalım: “Bana, ‘Sen komplocu düşünüyorsun!’ diyorlar… Ben de onlara diyorum ki, işte bu şekilde konuşan herkes komplonun bir parçasıdır!”   İMAMSON VE AYASOFYA 86 sene sonra 24 Temmuz 2020’de tekrar ibadete açılan Ayasofya Camii’ne “gitmeyen” İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı kim? İbretlik Yanıt: “Batılı devletlere yaranmak isteyen” Ekrem İmamson Efendi! *** Mister İmamson, Ayasofya Camii’nin açılmasından kısa bir süre öncesinde şöyle demişti:   “Ayasofya’nın ibadete açılması gibi bir ihtiyacın bulunduğuna inanmıyorum…” *** Yunanistan’da yapılan Delphi Ekonomik Forumu’na telekonferansla katıldığında… -Ayasofya için sorulan bir soruya verdiği bu cevap, Yunanları nasıl da mutlu etmişti! *** 2019’daki seçimi kazandığında; Yunan Medyası, İmamson Efendi için “İstanbul’u Fetheden Adam” demişti. *** Şimdilerde “arasının pek bozuk olduğu” Meral ablası ise ondan “İkinci Fatih” diye söz ediyordu!   MÜZE İTTİFAKI Dört sene önce “Ayasofya Müze Kalmalı” korosunda kimler vardı? El Cevap: Fetullah Muhibbi Fener Rum Patriği Bartholomeos, ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Pompeo…   Komprador Burjuvazi’nin Tarihçisi İlber Poptaylı… Ertuğrul Özbaydın, Sedat Hep Pulitzergin, Taha Batıyol vesaire… *** Dönemin HDPKK’lı vekili Hüda Kaya ise Ayasofya’nın “Kilise” olmasını istemişti!   KARDEŞ PARTİLER CHP’yi emanetçisi Hususi Bey üzerinden yöneten İmamfon, yerel seçimde DEM Parti ile “Kent Uzlaşısı” adı altında “sınırlı ittifak” kurdu. *** CHP’nin “stratejik ortağı” DEM’ciler, seçim kampanyasında “Öcalan’a Özgürlük” sloganları eşliğinde Apo posterleri açtılar. Nedir? -Atatürk’ün partisi, Terörist Başı Öcalan resimlerinin gölgesi altında seçime gidiyor! FİNAL Başlıktaki sualin cevabıyla bitirelim: İngiltere ve ABD büyükelçilerinin gözdesi İmam-fon Efendi’ye yatırım yapan Komprador Sermayedarlar, Küresel Baronların “içerideki bayileridir!”
Ekleme Tarihi: 28 February 2024 - Wednesday

Küresel Baronların “içerideki bayileridir!

Rothschild Hanedanı’nın dördüncü kuşak lideri Lord Jacob Rothschild 87 yaşında öldü.

-İla cehenneme zümera!

***

Küresel Baron, 2017 senesinde verdiği bir röportajda…

“1948’de İsrail devletinin kurulmasının ailesi tarafından sağlandığını” söylemişti!

***

Siyonist J.R, şeytanlaşan insanların simge isimlerindendi.

-Aynen, Soykırımcı Netanyahu gibi!

***

 

Rothschild’ler, Rockefeller Hanedanı ile birlikte…

Haçlı Siyonist İttifakı’nı oluşturan belli başlı Batılı devletlerin derin yapılarını kontrol eden ailelerden ilk ikisidir.

***

İşte bu derin gerçeğe, yıllardır “Komplo Teorisi” muamelesi çekenler, işbirlikçi sınıfın muhtelif mesleklerdeki görevli mensuplarıdır.

Türkiye’deki Tekelci Sermaye’nin meşhur kompradorları, bu kapı gibi gerçeği “hasıraltı edebilmek” için hikâyeler anlatmayı severler!

 

KAÇIŞI OLMAYAN BELGELER

ABD Merkez Bankası (FED), çoklarının bildiğinin aksine bir kamu kuruluşu değildir.

Dönemin ABD Başkanı Kennedy, Federal Reserve sistemine son vermek ve de Vietnam Savaşı’ndan çekilmek için harekete geçtiğinde Hanedanlar’ın hışmına uğramıştı.

 

22 Kasım 1963’te Texas/Dallas’taki derin suikastta CIA’in tetikçilerine öldürtüldü!

***

Kennedy’nin katledilmesinden sonra…

“Uçakta apar topar yemin ederek yerine geçen” Yardımcısı Lyndon Johnson; JFK’in FED ile Vietnam yönergelerini geri çekti!

***

Eustace Mullins, 1983 yılında yayınlanan “The Secrets of the Federal Reserve” (ABD Merkez Bankası’nın Sırları) adlı kitabında...

FED ile ona üye bankaların; Rothschild, Rockefeller, Warburg hanedanları ve diğer ailelerle bağlantılarını çizelgelerle gösterip belgelemiştir! (Sayfa: 179)

DEŞİFRE’YE KONTRA ATAK

Yazar Dean Handerson ise “ABD Merkez Bankası Karteli” adlı kitabında; hanedanların küresel ekonomi üzerinde uyguladıkları etkili kontrolün “abartı olmadığını” ve “bu ilişkinin özel gayretlerle gizlendiğini” şöyle anlatıyor:

 

“Bu büyük sermaye güçlerini herhangi bir şekilde teşhir/deşifre edenler; o hanedanların sahibi oldukları medya kuruluşlarınca gözden düşürülür…

Anlattıkları, birer komplo teorisi oldukları gerekçesiyle değersizleştirilir…

Komplo kelimesi de, tıpkı komünizm gibi öcü olarak gösterilmiştir.

Bu sözcüğü kullanmaya cesaret eden biri kamuya açık tartışmadan hemen dışlanır…

O kişi, aklı yerinde olmayan bir deli diye damgalanır! Ancak gerçekler ortadadır…”

(Scala Yayıncılık; Sayfa: 21)

DEVEKUŞLARI KOROSU

Halid Özkul, derin komploların varlığını inkâr edenler için aynen şöyle yazmıştı:

“CIA üflemeli birileri ‘Komplo Teorisi’ diyor! Kerameti hep Batı’da arayan bizim devekuşları korosu da ‘Evet, evet, senin bu söylediğin Komplo Teorisi’ diye çığırıyor…

 

Hâlbuki ortada teori falan yok, eylem var.

Operasyon var, yani…”

(Globalist Karşı Devrim; Sayfa: 9-10, Doğu Kitabevi, 2014)

***

Yeri gelmişken, İsmet Özel’in şu sözlerini de hatırlayalım:

“Bana, ‘Sen komplocu düşünüyorsun!’ diyorlar…

Ben de onlara diyorum ki, işte bu şekilde konuşan herkes komplonun bir parçasıdır!”

 

İMAMSON VE AYASOFYA

86 sene sonra 24 Temmuz 2020’de tekrar ibadete açılan Ayasofya Camii’ne “gitmeyen” İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı kim?

İbretlik Yanıt: “Batılı devletlere yaranmak isteyen” Ekrem İmamson Efendi!

***

Mister İmamson, Ayasofya Camii’nin açılmasından kısa bir süre öncesinde şöyle demişti:

 

“Ayasofya’nın ibadete açılması gibi bir ihtiyacın bulunduğuna inanmıyorum…”

***

Yunanistan’da yapılan Delphi Ekonomik Forumu’na telekonferansla katıldığında…

-Ayasofya için sorulan bir soruya verdiği bu cevap, Yunanları nasıl da mutlu etmişti!

***

2019’daki seçimi kazandığında; Yunan Medyası, İmamson Efendi için “İstanbul’u Fetheden Adam” demişti.

***

Şimdilerde “arasının pek bozuk olduğu” Meral ablası ise ondan “İkinci Fatih” diye söz ediyordu!

 

MÜZE İTTİFAKI

Dört sene önce “Ayasofya Müze Kalmalı” korosunda kimler vardı?

El Cevap: Fetullah Muhibbi Fener Rum Patriği Bartholomeos, ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Pompeo…

 

Komprador Burjuvazi’nin Tarihçisi İlber Poptaylı…

Ertuğrul Özbaydın, Sedat Hep Pulitzergin, Taha Batıyol vesaire…

***

Dönemin HDPKK’lı vekili Hüda Kaya ise Ayasofya’nın “Kilise” olmasını istemişti!

 

KARDEŞ PARTİLER

CHP’yi emanetçisi Hususi Bey üzerinden yöneten İmamfon, yerel seçimde DEM Parti ile “Kent Uzlaşısı” adı altında “sınırlı ittifak” kurdu.

***

CHP’nin “stratejik ortağı” DEM’ciler, seçim kampanyasında “Öcalan’a Özgürlük” sloganları eşliğinde Apo posterleri açtılar.

Nedir?

-Atatürk’ün partisi, Terörist Başı Öcalan resimlerinin gölgesi altında seçime gidiyor!

FİNAL

Başlıktaki sualin cevabıyla bitirelim:

İngiltere ve ABD büyükelçilerinin gözdesi İmam-fon Efendi’ye yatırım yapan Komprador Sermayedarlar, Küresel Baronların “içerideki bayileridir!”

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

Bu eşik vicdanlı insanlar tarafından daha sık yoklanıyor artık, eninde sonunda aşılmak üzere.

Bugün İsrail’in ABD’nin destek ve himayesinde, İslam dünyasının da ölçüsüz suskunluğu altında cereyan etmekte olan soykırımının 145. Günündeyiz. Soykırım ABD’nin sınırsız desteği ve Arap dünyasının sınırsız tepkisizliği dolayısıyla her geçen gün el yükselterek, yeni alçaklık seviyeleri deneyerek devam ediyor. Arap dünyasının sınırsız tepkisizliği veya bizim sınırlı, sonuç alamayan, ürkek ve hesaplı tepkilerimiz. İsrail’in hesaplayarak hemen satın aldığı ve böylece hiç umursamadan insanlığa karşı cürümlerine devam ettiği tepkiler. Gazze halkı şu ana kadar dünyanın bütün bu aymazlığına karşı inancından ve davasından hiç taviz vermeden onurlu ve asil direnişine devam etti. Bombalarla, çoluk çocuklarının, anne babalarının katliamıyla dize getirilemeyen bu asil halka karşı şimdi onur kırıcı bir açlığa-susuzluğa maruz bırakarak boyun eğdirme denemelerine şahit oluyoruz. 2 milyar İslam dünyası, bırakın Gazze halkına yapılan saldırıları durdurmak için harekete geçmeyi, açlıktan ölen çocuklara yardımları ulaştırmaktan yana acizliğini sergiliyor. Batı açısından bütün değerlerinin iflas ettiği bu noktada İslam ülkelerinden hiç kimse kahramanlık, bağımsızlık, milli gurur, onur, adamlık iddiasında bulunmasın bundan sonra. Gazze halkı tek başına hiç kimseye bu erdemlerden hiçbir hisse bırakmadı.   Bugün aynı zamanda 28 Şubat darbesinin de 27. Yıldönümü. 27 yıl önce yine işgalci ve soykırımcı ABD ve İsrail’in Türkiye’deki işbirlikçileri tarafından girişilen başka türlü bir işgal ve soykırım projesi hayata geçirilmeye başlandı. İmam-Hatiplerin, başörtülülerin, bütün muhafazakarların soylarını kırmaya açıkça azmetmiş bir hamleydi o da. Kendileri açısından yersiz sayılmayacak bir öngörüye dayanıyordu: Tedbir alınmazsa bu imam-hatiplerden yetişmekte olan nesiller en geç 10 yıl içinde ülkenin yönetimini ele geçirecek bir sayısal çokluğa ulaşacaklardı. Böylece tıpkı ataları Firavun’un aldığı tedbire benzer bir tedbir almaya başladılar. Kaçınılmaz sondan böylece kurtulabileceğini sandılar. Ataları Firavun erkek çocuklarını öldürerek bu sondan kaçabileceğini düşünmüştü. Bunlar da İmam-Hatipleri kapatarak, başörtülülere okulları kapatarak kendilerini bekleyen sondan kaçabileceklerini düşündüler. Oysa aldıkları tedbirler tıpkı Firavun’un ayağına dolanan tedbirleri gibi dolandı. 10 sene içinde bekledikleri büyük felaket onları 5 yıl geçmeden buluverdi. O esnada bile kuyruklarını dik tutmayı ihmal etmediler. Tanrılık iddiasında bulunanlarda aşina olduğumuz istiğna ve istikbar ile sürecin 1000 yıl süreceğini iddia ettiler. Savaştıklarının Allah olduğunu ve Allah’ın kendilerine biçtiği ömürden öte bir güçleri olmadığı gerçeğine gafil ve cahil kaldılar. 28 Şubat’ın bütün kadroları koşa koşa işbirlikçilik yaptıkları Siyonist efendilerinin yanına gidip Türkiye demokrasisine “balans ayarı” yaptıklarını müjdelemişlerdi. Sürecin içinden geçerken İsrail’in her yerde izini görebiliyorduk, bugün daha net bir biçimde görüyoruz. Firavunlara özgü meydan okumalarıyla 1000 yıl süreceğini iddia ettikleri süreç 5 yıl bile sürmedi, ama yok etmeye çalıştıkları Musalar hızla büyüyüp onları alaşağı ettiler. Şimdi o kudretli ve müstağni darbeciler dünyadaki hesaplarının ardından asıl büyük hesabı veriyorlardır. 28 Şubat’ın 27. yıldönümünde Gazze’de de Nil’den Fırat’a kadar kuracakları Siyon devletinin hesabını yapanlar bunun ne kadar süreceğini hesaplıyorlardır? Ne kadar devam edecektir bu Firavuni düzenin son azgınlığı? Gazze’ye attıkları her bombayla dünyada kendi algılarını yerle bir ediyor, kendi hikayelerini dumura uğratıyorlar. Öldürdükleri her Gazzeli çocuk üzerlerine bir lanet olup yağıyor veya yağmayı bekliyor. Savaşı Gazze sınırlarında bitirebileceğini sanıyor İsrail ve destekçileri. Oysa Gazze’de öldürdükleri her bebek dünyanın her köşesinde bin Musa’nın doğumuna yol açıyor. Kendi kendini doğrulayan kehanet kuralı her zaman işliyor, şimdi İsrail’in Firavuni telaşıyla daha hızlı işliyor. İşte oldu olacak. ABD Hava Kuvvetlerine mensup bir asker, Aaron Bushnell, “Artık Gazze’deki soykırıma ortak olmayacağını” söyleyerek İsrail›in Washington Büyükelçiliği önünde kendisini ateşe vererek yaktı. Eylemden önce yaptığı canlı yayında Bushnell’in “şimdi oldukça şiddetli bir protesto düzenleyeceğim ancak Filistinlilerin işgalcilerin elinde yaşadıkları karşısında benim eylemim çok da büyük bir şey değil” dediği de kaydedildi.   Hiç kuşkusuz bu eylem şimdiye kadar İsrail’e karşı Filistin dayanışması adına dünyanın her yanında sergilenen gösterilere nazaran çok ileri bir olay. Bu, onca tepkiye, protestoya, eleştiriye, itiraza, Adalet Divanı kararına karşı İsrail’in sergilediği aymazlığa, ABD’nin buna rağmen sürdürdüğü sınırsız desteğine ve belki Arap ülkelerinin sınırsız tepkisizliğinin devam etmesine karşı vicdanın da el yükselten isyanıdır. Nihayetinde Arap dünyasında yüzyıldır devam eden İnsan onurunu ayaklar altına almış, yolsuzluklarda zirve yapmış, özgürlüklerin düşmanı rejimlerin biriktirdiği hoşnutsuzluğu ve öfkeyi patlatan da Buazizi’nin 17 Aralık 2010’da Tunus’ta kendisini yakması olmuştur. Bugün bütün dünyada aynı işlevleriyle devam eden ve merkezinde yine İsrail’in olduğu bir aşağılık düzene karşı dünyada büyüyen öfkeyi patlatacak bir eşik var. Bu eşik vicdanlı insanlar tarafından daha sık yoklanıyor artık, eninde sonunda aşılmak üzere.
Ekleme Tarihi: 28 February 2024 - Wednesday

Bu eşik vicdanlı insanlar tarafından daha sık yoklanıyor artık, eninde sonunda aşılmak üzere.

Bugün İsrail’in ABD’nin destek ve himayesinde, İslam dünyasının da ölçüsüz suskunluğu altında cereyan etmekte olan soykırımının 145. Günündeyiz. Soykırım ABD’nin sınırsız desteği ve Arap dünyasının sınırsız tepkisizliği dolayısıyla her geçen gün el yükselterek, yeni alçaklık seviyeleri deneyerek devam ediyor.

Arap dünyasının sınırsız tepkisizliği veya bizim sınırlı, sonuç alamayan, ürkek ve hesaplı tepkilerimiz. İsrail’in hesaplayarak hemen satın aldığı ve böylece hiç umursamadan insanlığa karşı cürümlerine devam ettiği tepkiler.

Gazze halkı şu ana kadar dünyanın bütün bu aymazlığına karşı inancından ve davasından hiç taviz vermeden onurlu ve asil direnişine devam etti. Bombalarla, çoluk çocuklarının, anne babalarının katliamıyla dize getirilemeyen bu asil halka karşı şimdi onur kırıcı bir açlığa-susuzluğa maruz bırakarak boyun eğdirme denemelerine şahit oluyoruz. 2 milyar İslam dünyası, bırakın Gazze halkına yapılan saldırıları durdurmak için harekete geçmeyi, açlıktan ölen çocuklara yardımları ulaştırmaktan yana acizliğini sergiliyor. Batı açısından bütün değerlerinin iflas ettiği bu noktada İslam ülkelerinden hiç kimse kahramanlık, bağımsızlık, milli gurur, onur, adamlık iddiasında bulunmasın bundan sonra. Gazze halkı tek başına hiç kimseye bu erdemlerden hiçbir hisse bırakmadı.
 
Bugün aynı zamanda 28 Şubat darbesinin de 27. Yıldönümü. 27 yıl önce yine işgalci ve soykırımcı ABD ve İsrail’in Türkiye’deki işbirlikçileri tarafından girişilen başka türlü bir işgal ve soykırım projesi hayata geçirilmeye başlandı. İmam-Hatiplerin, başörtülülerin, bütün muhafazakarların soylarını kırmaya açıkça azmetmiş bir hamleydi o da. Kendileri açısından yersiz sayılmayacak bir öngörüye dayanıyordu: Tedbir alınmazsa bu imam-hatiplerden yetişmekte olan nesiller en geç 10 yıl içinde ülkenin yönetimini ele geçirecek bir sayısal çokluğa ulaşacaklardı.
Böylece tıpkı ataları Firavun’un aldığı tedbire benzer bir tedbir almaya başladılar. Kaçınılmaz sondan böylece kurtulabileceğini sandılar. Ataları Firavun erkek çocuklarını öldürerek bu sondan kaçabileceğini düşünmüştü. Bunlar da İmam-Hatipleri kapatarak, başörtülülere okulları kapatarak kendilerini bekleyen sondan kaçabileceklerini düşündüler. Oysa aldıkları tedbirler tıpkı Firavun’un ayağına dolanan tedbirleri gibi dolandı. 10 sene içinde bekledikleri büyük felaket onları 5 yıl geçmeden buluverdi. O esnada bile kuyruklarını dik tutmayı ihmal etmediler. Tanrılık iddiasında bulunanlarda aşina olduğumuz istiğna ve istikbar ile sürecin 1000 yıl süreceğini iddia ettiler. Savaştıklarının Allah olduğunu ve Allah’ın kendilerine biçtiği ömürden öte bir güçleri olmadığı gerçeğine gafil ve cahil kaldılar.
28 Şubat’ın bütün kadroları koşa koşa işbirlikçilik yaptıkları Siyonist efendilerinin yanına gidip Türkiye demokrasisine “balans ayarı” yaptıklarını müjdelemişlerdi. Sürecin içinden geçerken İsrail’in her yerde izini görebiliyorduk, bugün daha net bir biçimde görüyoruz.

Firavunlara özgü meydan okumalarıyla 1000 yıl süreceğini iddia ettikleri süreç 5 yıl bile sürmedi, ama yok etmeye çalıştıkları Musalar hızla büyüyüp onları alaşağı ettiler. Şimdi o kudretli ve müstağni darbeciler dünyadaki hesaplarının ardından asıl büyük hesabı veriyorlardır.

28 Şubat’ın 27. yıldönümünde Gazze’de de Nil’den Fırat’a kadar kuracakları Siyon devletinin hesabını yapanlar bunun ne kadar süreceğini hesaplıyorlardır? Ne kadar devam edecektir bu Firavuni düzenin son azgınlığı? Gazze’ye attıkları her bombayla dünyada kendi algılarını yerle bir ediyor, kendi hikayelerini dumura uğratıyorlar. Öldürdükleri her Gazzeli çocuk üzerlerine bir lanet olup yağıyor veya yağmayı bekliyor. Savaşı Gazze sınırlarında bitirebileceğini sanıyor İsrail ve destekçileri. Oysa Gazze’de öldürdükleri her bebek dünyanın her köşesinde bin Musa’nın doğumuna yol açıyor. Kendi kendini doğrulayan kehanet kuralı her zaman işliyor, şimdi İsrail’in Firavuni telaşıyla daha hızlı işliyor.
İşte oldu olacak. ABD Hava Kuvvetlerine mensup bir asker, Aaron Bushnell, “Artık Gazze’deki soykırıma ortak olmayacağını” söyleyerek İsrail›in Washington Büyükelçiliği önünde kendisini ateşe vererek yaktı. Eylemden önce yaptığı canlı yayında Bushnell’in “şimdi oldukça şiddetli bir protesto düzenleyeceğim ancak Filistinlilerin işgalcilerin elinde yaşadıkları karşısında benim eylemim çok da büyük bir şey değil” dediği de kaydedildi.
 
Hiç kuşkusuz bu eylem şimdiye kadar İsrail’e karşı Filistin dayanışması adına dünyanın her yanında sergilenen gösterilere nazaran çok ileri bir olay. Bu, onca tepkiye, protestoya, eleştiriye, itiraza, Adalet Divanı kararına karşı İsrail’in sergilediği aymazlığa, ABD’nin buna rağmen sürdürdüğü sınırsız desteğine ve belki Arap ülkelerinin sınırsız tepkisizliğinin devam etmesine karşı vicdanın da el yükselten isyanıdır.
Nihayetinde Arap dünyasında yüzyıldır devam eden İnsan onurunu ayaklar altına almış, yolsuzluklarda zirve yapmış, özgürlüklerin düşmanı rejimlerin biriktirdiği hoşnutsuzluğu ve öfkeyi patlatan da Buazizi’nin 17 Aralık 2010’da Tunus’ta kendisini yakması olmuştur.
Bugün bütün dünyada aynı işlevleriyle devam eden ve merkezinde yine İsrail’in olduğu bir aşağılık düzene karşı dünyada büyüyen öfkeyi patlatacak bir eşik var.

Bu eşik vicdanlı insanlar tarafından daha sık yoklanıyor artık, eninde sonunda aşılmak üzere.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

Genç nesillerimizi, hangi esaslar çerçevesinde yetiştiriyoruz?

Geçtiğimiz perşembe akşamı (22 Şubat), çok sevdiğim bir dostumun stadyumdan gönderdiği fotoğraf olmasaydı, –futbola uzaklığım sebebiyle– Galatasaray’ın Sparta Prag’la oynadığı maç muhtemelen gündemime hiç girmeyecekti. Ve tabii, sonra ikinci bir fotoğraf daha: Sparta Praglıların açtığı “1683-Avrupa Savaşı” pankartını gösteren o kare… Galatasaray’ın 4-1 mağlup ayrıldığı maçtan yansıyan diğer fotoğraflara bakarken, buna özellikle takılmamak ve üzerinde düşünmemek mümkün değildi. Sparta Prag taraftarlarının altını çizdiği ve Türk muhataplarına hatırlattığı bu tarih, meşhur İkinci Viyana Kuşatması’na işaret ediyordu. Osmanlı sultanı IV. Mehmed döneminde, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın komutasında başlayan kuşatma, 14 Temmuz’dan 12 Eylül’e kadar tam iki ay sürmüş, nihayet Osmanlı ordusu Birleşik Haçlı kuvvetleri karşısında geri çekilerek kuşatmayı sona erdirmek zorunda kalmıştı. Avrupa ordusu Avusturya, Cermen, Çek, Slovak, Sloven, Leh, İtalyan, Fransız ve diğer birçok unsurdan oluşuyordu. Viyana’nın Müslümanlar tarafından ele geçirilme ihtimali Hristiyan Batı’da ciddi bir korkuya neden olmuş, bu büyük tehlikeyi bertaraf edebilme adına Avrupa’nın hemen her bölgesinden 90 bine yakın asker toplanmıştı. Bizim “Viyana Kuşatması” dediğimiz hadisenin Hristiyan dünyada “Avrupa Savaşı” olarak anılmasının nedeni buydu. Galatasaraylı oyuncular ve taraftarlar, karşı tribünlerde bu tarihî mesajı ve anıştırmayı gördüklerinde ne hissettiler, bilinmez. Ancak “1683-Avrupa Savaşı” yazılı pankart, tarihin tarihte kalmadığının, normal bir futbol maçının bile adeta “Türklerle savaş” şeklinde algılandığının, şuuraltına yerleşmiş olan korku ve endişelerin her vesileyle hortlamaya hazır biçimde tetikte beklediğinin bir göstergesiydi. Tam bu noktadan, dünyanın öbür ucuna, Yeni Zelanda’nın Christchurch kentine ve 15 Mart 2019 tarihine gidelim: O gün, Brenton Tarrant adlı bir beyaz terörist, Müslümanların cuma namazı kılmakta olduğu iki camiye arka arkaya silahlı saldırı düzenlemiş, 51 kişiyi katlederek 40 kişiyi de yaralamıştı. Bütün dünyada şok etkisi meydana getiren bu hadisede esas dikkat çekici unsur, Tarrant’ın kullandığı saldırı aletlerinin üzerindeki yazı ve notlarla, yayınladığı manifestoda işaret ettiği referanslardı. Müslümanlarla Hristiyanlar arasında yüzyıllar boyunca yaşanan bütün önemli savaşları isim ve tarihleriyle birlikte şarjör ve silahlarının üstüne kazıyan Tarrant, 732’deki Puvatya Savaşı’ndan 1189’daki Akkâ Kuşatması’na, 1389’daki Birinci Kosova Savaşı’ndan 1683’teki Viyana Kuşatması’na kadar hiçbir ayrıntıyı atlamamıştı. Tarrant ayrıca kendisine “Turkofagos” lakabını da takmıştı. Bu ifade, Yunanların Osmanlı İmparatorluğu’na isyanı (1821-1829) sırasında sahneye çıkan önemli aktörlerden Nikitaras’ın unvanıydı ve “Türk-yiyici” anlamına geliyordu. Tarrant’ın 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın en önemli aşamalarından Şıpka Geçidi Muharebeleri’ni bile es geçmemiş olması hayret vericiydi. Christchurch saldırılarında katledilen 51 Müslüman arasında yalnızca bir Türk’ün bulunması ve hedef alınan mescitlerin daha çok Asyalı Müslümanların devam ettiği mekânlar olması ise, “Türk” kelimesinin Tarrant’ın zihninde doğrudan doğruya “Müslüman”ı çağrıştırdığının çarpıcı bir işaretiydi. Tıpkı yüzyıllar boyunca Hristiyan Batı’da olduğu gibi… Tarih, hepimizin omzuna birtakım vazifeler yüklüyor ve muhataplarımızın gözünde de bizi bir konuma yerleştiriyor. Prag’dan Christchurch’e, sıradan bir futbol maçından gözü dönmüş bir caninin gerçekleştirdiği katliamlara kadar, asla kaçamayacağımız ve gündemimizden düşürsek bile karşımızdaki insanların şuuraltından silemeyeceğimiz bir mesele bu. Tarih, asla tarihte kalmıyor ve milletlerin hafızasında yaşamaya devam ediyor. Sahi, hafıza demişken, bizim zihinlerimizdeki referanslar, muhataplarımızdaki gibi güçlü ve zinde mi? Sürpriz biçimde -mesela bir stadyumda- karşımıza çıkıveren tarihî dönüm noktaları, şuurumuzun inşasında nerede duruyor? Kimliğimizin yapıtaşlarını unutmama adına neler yapıyoruz? Genç nesillerimizi, hangi esaslar çerçevesinde yetiştiriyoruz? Tüm bu soruların cevabına her zamankinden daha fazla kafa yormamız gereken bir çağdayız
Ekleme Tarihi: 28 February 2024 - Wednesday

Genç nesillerimizi, hangi esaslar çerçevesinde yetiştiriyoruz?

Geçtiğimiz perşembe akşamı (22 Şubat), çok sevdiğim bir dostumun stadyumdan gönderdiği fotoğraf olmasaydı, –futbola uzaklığım sebebiyle– Galatasaray’ın Sparta Prag’la oynadığı maç muhtemelen gündemime hiç girmeyecekti. Ve tabii, sonra ikinci bir fotoğraf daha: Sparta Praglıların açtığı “1683-Avrupa Savaşı” pankartını gösteren o kare… Galatasaray’ın 4-1 mağlup ayrıldığı maçtan yansıyan diğer fotoğraflara bakarken, buna özellikle takılmamak ve üzerinde düşünmemek mümkün değildi.

Sparta Prag taraftarlarının altını çizdiği ve Türk muhataplarına hatırlattığı bu tarih, meşhur İkinci Viyana Kuşatması’na işaret ediyordu. Osmanlı sultanı IV. Mehmed döneminde, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın komutasında başlayan kuşatma, 14 Temmuz’dan 12 Eylül’e kadar tam iki ay sürmüş, nihayet Osmanlı ordusu Birleşik Haçlı kuvvetleri karşısında geri çekilerek kuşatmayı sona erdirmek zorunda kalmıştı. Avrupa ordusu Avusturya, Cermen, Çek, Slovak, Sloven, Leh, İtalyan, Fransız ve diğer birçok unsurdan oluşuyordu. Viyana’nın Müslümanlar tarafından ele geçirilme ihtimali Hristiyan Batı’da ciddi bir korkuya neden olmuş, bu büyük tehlikeyi bertaraf edebilme adına Avrupa’nın hemen her bölgesinden 90 bine yakın asker toplanmıştı. Bizim “Viyana Kuşatması” dediğimiz hadisenin Hristiyan dünyada “Avrupa Savaşı” olarak anılmasının nedeni buydu.

Galatasaraylı oyuncular ve taraftarlar, karşı tribünlerde bu tarihî mesajı ve anıştırmayı gördüklerinde ne hissettiler, bilinmez. Ancak “1683-Avrupa Savaşı” yazılı pankart, tarihin tarihte kalmadığının, normal bir futbol maçının bile adeta “Türklerle savaş” şeklinde algılandığının, şuuraltına yerleşmiş olan korku ve endişelerin her vesileyle hortlamaya hazır biçimde tetikte beklediğinin bir göstergesiydi.

Tam bu noktadan, dünyanın öbür ucuna, Yeni Zelanda’nın Christchurch kentine ve 15 Mart 2019 tarihine gidelim:

O gün, Brenton Tarrant adlı bir beyaz terörist, Müslümanların cuma namazı kılmakta olduğu iki camiye arka arkaya silahlı saldırı düzenlemiş, 51 kişiyi katlederek 40 kişiyi de yaralamıştı. Bütün dünyada şok etkisi meydana getiren bu hadisede esas dikkat çekici unsur, Tarrant’ın kullandığı saldırı aletlerinin üzerindeki yazı ve notlarla, yayınladığı manifestoda işaret ettiği referanslardı. Müslümanlarla Hristiyanlar arasında yüzyıllar boyunca yaşanan bütün önemli savaşları isim ve tarihleriyle birlikte şarjör ve silahlarının üstüne kazıyan Tarrant, 732’deki Puvatya Savaşı’ndan 1189’daki Akkâ Kuşatması’na, 1389’daki Birinci Kosova Savaşı’ndan 1683’teki Viyana Kuşatması’na kadar hiçbir ayrıntıyı atlamamıştı. Tarrant ayrıca kendisine “Turkofagos” lakabını da takmıştı. Bu ifade, Yunanların Osmanlı İmparatorluğu’na isyanı (1821-1829) sırasında sahneye çıkan önemli aktörlerden Nikitaras’ın unvanıydı ve “Türk-yiyici” anlamına geliyordu. Tarrant’ın 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın en önemli aşamalarından Şıpka Geçidi Muharebeleri’ni bile es geçmemiş olması hayret vericiydi.

Christchurch saldırılarında katledilen 51 Müslüman arasında yalnızca bir Türk’ün bulunması ve hedef alınan mescitlerin daha çok Asyalı Müslümanların devam ettiği mekânlar olması ise, “Türk” kelimesinin Tarrant’ın zihninde doğrudan doğruya “Müslüman”ı çağrıştırdığının çarpıcı bir işaretiydi. Tıpkı yüzyıllar boyunca Hristiyan Batı’da olduğu gibi…

Tarih, hepimizin omzuna birtakım vazifeler yüklüyor ve muhataplarımızın gözünde de bizi bir konuma yerleştiriyor. Prag’dan Christchurch’e, sıradan bir futbol maçından gözü dönmüş bir caninin gerçekleştirdiği katliamlara kadar, asla kaçamayacağımız ve gündemimizden düşürsek bile karşımızdaki insanların şuuraltından silemeyeceğimiz bir mesele bu. Tarih, asla tarihte kalmıyor ve milletlerin hafızasında yaşamaya devam ediyor.

Sahi, hafıza demişken, bizim zihinlerimizdeki referanslar, muhataplarımızdaki gibi güçlü ve zinde mi? Sürpriz biçimde -mesela bir stadyumda- karşımıza çıkıveren tarihî dönüm noktaları, şuurumuzun inşasında nerede duruyor? Kimliğimizin yapıtaşlarını unutmama adına neler yapıyoruz? Genç nesillerimizi, hangi esaslar çerçevesinde yetiştiriyoruz? Tüm bu soruların cevabına her zamankinden daha fazla kafa yormamız gereken bir çağdayız

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

Kim gelir kim kalır belli değil. Herkes onu bekliyor.

Yunanistan Savunma Bakanı Nikos Dendias ülkesinin güvenlik endişelerini anlatırken, “Türkiye ile gergin bir süreç yaşanırsa, Fransa ve ABD ile imzaladığımız savunma anlaşmalarına ve Avrupa Birliği’nin karşılıklı yardımlaşma maddesine rağmen kendi başımıza kalırız. Geleceğimizi planlarken hiçbir yanılsamaya kapılmamalıyız. Bunların hiç biri Yunanistan’ın mutlak güvenliğini sağlamaz”… Yunan Bakan’ın kaygılarının altında kuşkusuz içeriye oynama, ‘Türkler geliyor’ siyasetinden beslenme, ‘ABD ve Fransa’ ile iyice ilerlettikleri savunma işbirliklerinde pazarlık göndermeleri de vardır. Yoksa Atina’nın bu anlaşmalardan sızlandığını düşünmek gerçekçi değil… Fakat uyarıların önemli bir nedeninin “tek başınalık” hissiyatı olduğunu da tespit gerekiyor. “Batı tipi müttefiklik” tecrübeleri, bizzat “koruyucular” tarafından dımdızlak ortada bırakılma öyküleriyle dolu olduğundan Atina’yı anlayabiliriz. Esasen bir çok Avrupa/NATO ülkesinde de bu sinsi korku iç kemiriyor…   Bakan Dendias, kadim komşuluk/düşmanlık ilişkimizden hareketle Türkiye’den başlayarak akıl kuruyor ama.. Mesela, “bambaşka şartlarda” bir başka ülke saldırsa, Paris ve Washington’un müdahale etmesi kendi çıkarlarına zarar verecek olsa Yunanistan’ı kurtarırlar mı? Hayal etmek zor. Ancak açık olan, “müttefiklere güvensizlik halidir” ve Yunanistan’a özel de değildir… ‘GÜVENSİZLİK ÇAĞI’… Geçtiğimiz pazar günü ise Cumhurbaşkanı Erdoğan Sakarya mitinginde şunları söylüyordu; “… bizi düşmanlarımıza karşı ne uluslararası hukuk koruyabilir ne mensubu olduğumuz ittifaklar koruyabilir ne de acizliği artık herkesin kabullendiği Birleşmiş Milletler koruyabilir. Bizi düşmanlarımıza karşı koruyacak olan tek şey bileğimizdir, kendi gücümüzdür, kendi imkân ve kabiliyetlerimizdir. Diğer türlü bize bu coğrafyada nefes bile aldırmazlar”…   Türkiye’nin müttefikleri ile öyküleri çok. Herkes biliyor, girmeyelim şimdi ama hem Dendias’ın hem Cumhurbaşkanı’nın güvensizlik ifadelerinin “öz savunma”, yani kendine yeten, bağımsız, üretebilen savunma sanayi başlığı altında yapıldığını da not edelim… Güvensizlik salgının nedeni ise yine bizzat Batı tipi düşünme/şartlanmışlıktır. Altında her gün kutsanan “sadece çıkarlar vardır” öğretisi yatar…   HÂLÂ NEDEN SİLAH ALIYORUZ?.. Yine de her iki ülke, başta ABD olmak üzere “müttefikleri” ile savunma işbirliklerini sürdürüyor. Türkiye’nin yakın zamana kadar gündeminde zaten F-16’lar konusu vardı. Yunanistan ise bizzat bizi göstererek müttefiklerinden yardım istiyor. Bu ülkeler de bölge jeopolitiği ve Türkiye’ye bakışlarına göre Yunanistan’a büyük yardımlarda bulundular…   Gelgelelim şu an Ankara-Atina ilişkileri daha ılımlı. Temel sorunlar çözülmüş değil ama kimse sabaha bir Türk-Yunan Savaşı beklemiyor… Öte yandan Türkiye’nin bir seri gelişmenin ardından haylidir berbat giden Batı ile ilişkilerinde, özel olarak ABD ile sakin sürece girdiği, bunun da “diğer” sorunların aşılmasında zemin yarattığı intibaı var… Gerçekten öyle mi?..   F-35’LER ÖLÜ, S400’LER SAĞ… Hızlıca anımsatayım; İsveç’in NATO üyeliğinin onaylanması, F-16’lara Amerikan Kongresi’nde kapı açılması, karşılıklı bir seri iyi niyet açıklamaları, ABD Büyükelçisi’nin yayınladığı bir makalenin kaldırdığı pembe tozlar, başını Almanya’nın çektiği, ‘Avrupa Gökyüzü Kalkanı” projesine Yunanistan ve Türkiye’nin eş zamanlı imza koymaları, nihayet ABD-Teksas’ta Türk firmalarıyla birlikte fabrika kurulup, mühimmat üretileceği bilgisi…   Bu akış, Türk-Amerikan ilişkilerine yönelik “umut-temenni” bazlı duaları canlandırmış görünüyor. İçeride de, dışarıda da… Hafta sonunda Fransız RFI (Radio France Internationale), “Türkiye, ABD askeri jetleri için Rus füzelerinden vazgeçecek mi?” başlıklı bir analiz yayımladı; “Türkiye’nin S-400 füzelerinden vazgeçmesi halinde ABD, F-35 savaş uçaklarını satmayı teklif etti. F-35 savaş uçaklarının satılması durumu, Türkiye’nin satın aldığı Rus S-400 füzelerinin akıbetini giderek daha fazla sorgulanır hale getirdi”… Paris-Ankara ilişkilerinin serancamı düşünüldüğünde bu tür kılçık atma haberlerini normal sayabilirsiniz. Ancak Türkiye ve ABD’de bu bakışı parlatan çok akıl var…   Uzatmadan cevabı şudur; “F-35’ten öte F-16’ya kilitlendik. Bizim şu andaki planımız, programımız F-35’ten öte F-16’ya kilitlenmiş vaziyetteyiz. Amerikalılarla yaptığımız görüşmelerde daha çok şu anda F-16’larla ne gibi adımlar atarız, bunları konuştuk”… Cumhurbaşkanı’nın Pazartesi günü kurduğu bu cümle F-35’lerin Türkiye tarafından hâlâ ölü kabul edildiğini gösterdiği gibi, bağlı olarak, S-400’lerin durumunda da değişiklik olmadığını gösteriyor. Kaldı ki, Putin ziyaretinin arifesinde…   SONUÇ… Basit ya da açık çıkara yaslanan alış-verişlerin, Türk-Amerikan ilişkilerinin ağır açmazları bulunan kilitlerini kıracağına yönelik eğilimler, olduklarından fazla şişirilip alkışlandığında daha büyük hayal kırıklıklarına neden olur… Türkiye başından beri hiçbir ülkeyle adil, bağımsızlığa halel getirmeyen, hakşinas, üstenci olmayan, eşitliğe dayanan ilişkilere karşı çıkmadı. Ancak o durum yok henüz. Konjonktürde dramatik değişiklikler, PKK/YPG’nin desteklenmesinin bırakılması hatta bölgeden çekilme, FETÖ meselesinde tatmin edici adımlar, yanlışlarla yüzleşme gibi.. O zaman, o da belki. Bunlarda değişiklik görülmediği gibi, şimdi İsrail’in yaptığı soykırımda da Ankara, ABD’yi suçlu görüyor! Bir de şunu atlamayalım; bu ülkede 8 ay sonra Başkanlık seçimi var. Kim gelir kim kalır belli değil. Herkes onu bekliyor. Hiç Ankara, o sandığın sonucu belli olmadan kritik adım atar mı, olacak iş mi?
Ekleme Tarihi: 28 February 2024 - Wednesday

Kim gelir kim kalır belli değil. Herkes onu bekliyor.

Yunanistan Savunma Bakanı Nikos Dendias ülkesinin güvenlik endişelerini anlatırken, “Türkiye ile gergin bir süreç yaşanırsa, Fransa ve ABD ile imzaladığımız savunma anlaşmalarına ve Avrupa Birliği’nin karşılıklı yardımlaşma maddesine rağmen kendi başımıza kalırız. Geleceğimizi planlarken hiçbir yanılsamaya kapılmamalıyız. Bunların hiç biri Yunanistan’ın mutlak güvenliğini sağlamaz”…

Yunan Bakan’ın kaygılarının altında kuşkusuz içeriye oynama, ‘Türkler geliyor’ siyasetinden beslenme, ‘ABD ve Fransa’ ile iyice ilerlettikleri savunma işbirliklerinde pazarlık göndermeleri de vardır. Yoksa Atina’nın bu anlaşmalardan sızlandığını düşünmek gerçekçi değil…

Fakat uyarıların önemli bir nedeninin “tek başınalık” hissiyatı olduğunu da tespit gerekiyor. “Batı tipi müttefiklik” tecrübeleri, bizzat “koruyucular” tarafından dımdızlak ortada bırakılma öyküleriyle dolu olduğundan Atina’yı anlayabiliriz. Esasen bir çok Avrupa/NATO ülkesinde de bu sinsi korku iç kemiriyor…
 
Bakan Dendias, kadim komşuluk/düşmanlık ilişkimizden hareketle Türkiye’den başlayarak akıl kuruyor ama.. Mesela, “bambaşka şartlarda” bir başka ülke saldırsa, Paris ve Washington’un müdahale etmesi kendi çıkarlarına zarar verecek olsa Yunanistan’ı kurtarırlar mı? Hayal etmek zor. Ancak açık olan, “müttefiklere güvensizlik halidir” ve Yunanistan’a özel de değildir…

‘GÜVENSİZLİK ÇAĞI’…
Geçtiğimiz pazar günü ise Cumhurbaşkanı Erdoğan Sakarya mitinginde şunları söylüyordu; “… bizi düşmanlarımıza karşı ne uluslararası hukuk koruyabilir ne mensubu olduğumuz ittifaklar koruyabilir ne de acizliği artık herkesin kabullendiği Birleşmiş Milletler koruyabilir. Bizi düşmanlarımıza karşı koruyacak olan tek şey bileğimizdir, kendi gücümüzdür, kendi imkân ve kabiliyetlerimizdir. Diğer türlü bize bu coğrafyada nefes bile aldırmazlar”…
 

Türkiye’nin müttefikleri ile öyküleri çok. Herkes biliyor, girmeyelim şimdi ama hem Dendias’ın hem Cumhurbaşkanı’nın güvensizlik ifadelerinin “öz savunma”, yani kendine yeten, bağımsız, üretebilen savunma sanayi başlığı altında yapıldığını da not edelim…

Güvensizlik salgının nedeni ise yine bizzat Batı tipi düşünme/şartlanmışlıktır. Altında her gün kutsanan “sadece çıkarlar vardır” öğretisi yatar…

 

HÂLÂ NEDEN SİLAH ALIYORUZ?..
Yine de her iki ülke, başta ABD olmak üzere “müttefikleri” ile savunma işbirliklerini sürdürüyor. Türkiye’nin yakın zamana kadar gündeminde zaten F-16’lar konusu vardı. Yunanistan ise bizzat bizi göstererek müttefiklerinden yardım istiyor. Bu ülkeler de bölge jeopolitiği ve Türkiye’ye bakışlarına göre Yunanistan’a büyük yardımlarda bulundular…
 

Gelgelelim şu an Ankara-Atina ilişkileri daha ılımlı. Temel sorunlar çözülmüş değil ama kimse sabaha bir Türk-Yunan Savaşı beklemiyor…

Öte yandan Türkiye’nin bir seri gelişmenin ardından haylidir berbat giden Batı ile ilişkilerinde, özel olarak ABD ile sakin sürece girdiği, bunun da “diğer” sorunların aşılmasında zemin yarattığı intibaı var…

Gerçekten öyle mi?..

 

F-35’LER ÖLÜ, S400’LER SAĞ…

Hızlıca anımsatayım; İsveç’in NATO üyeliğinin onaylanması, F-16’lara Amerikan Kongresi’nde kapı açılması, karşılıklı bir seri iyi niyet açıklamaları, ABD Büyükelçisi’nin yayınladığı bir makalenin kaldırdığı pembe tozlar, başını Almanya’nın çektiği, ‘Avrupa Gökyüzü Kalkanı” projesine Yunanistan ve Türkiye’nin eş zamanlı imza koymaları, nihayet ABD-Teksas’ta Türk firmalarıyla birlikte fabrika kurulup, mühimmat üretileceği bilgisi…

 

Bu akış, Türk-Amerikan ilişkilerine yönelik “umut-temenni” bazlı duaları canlandırmış görünüyor. İçeride de, dışarıda da…

Hafta sonunda Fransız RFI (Radio France Internationale), “Türkiye, ABD askeri jetleri için Rus füzelerinden vazgeçecek mi?” başlıklı bir analiz yayımladı; “Türkiye’nin S-400 füzelerinden vazgeçmesi halinde ABD, F-35 savaş uçaklarını satmayı teklif etti. F-35 savaş uçaklarının satılması durumu, Türkiye’nin satın aldığı Rus S-400 füzelerinin akıbetini giderek daha fazla sorgulanır hale getirdi”…

Paris-Ankara ilişkilerinin serancamı düşünüldüğünde bu tür kılçık atma haberlerini normal sayabilirsiniz. Ancak Türkiye ve ABD’de bu bakışı parlatan çok akıl var…

 
Uzatmadan cevabı şudur; “F-35’ten öte F-16’ya kilitlendik. Bizim şu andaki planımız, programımız F-35’ten öte F-16’ya kilitlenmiş vaziyetteyiz. Amerikalılarla yaptığımız görüşmelerde daha çok şu anda F-16’larla ne gibi adımlar atarız, bunları konuştuk”…
Cumhurbaşkanı’nın Pazartesi günü kurduğu bu cümle F-35’lerin Türkiye tarafından hâlâ ölü kabul edildiğini gösterdiği gibi, bağlı olarak, S-400’lerin durumunda da değişiklik olmadığını gösteriyor. Kaldı ki, Putin ziyaretinin arifesinde…

 

SONUÇ…

Basit ya da açık çıkara yaslanan alış-verişlerin, Türk-Amerikan ilişkilerinin ağır açmazları bulunan kilitlerini kıracağına yönelik eğilimler, olduklarından fazla şişirilip alkışlandığında daha büyük hayal kırıklıklarına neden olur…

Türkiye başından beri hiçbir ülkeyle adil, bağımsızlığa halel getirmeyen, hakşinas, üstenci olmayan, eşitliğe dayanan ilişkilere karşı çıkmadı. Ancak o durum yok henüz. Konjonktürde dramatik değişiklikler, PKK/YPG’nin desteklenmesinin bırakılması hatta bölgeden çekilme, FETÖ meselesinde tatmin edici adımlar, yanlışlarla yüzleşme gibi.. O zaman, o da belki. Bunlarda değişiklik görülmediği gibi, şimdi İsrail’in yaptığı soykırımda da Ankara, ABD’yi suçlu görüyor!

Bir de şunu atlamayalım; bu ülkede 8 ay sonra Başkanlık seçimi var. Kim gelir kim kalır belli değil. Herkes onu bekliyor. Hiç Ankara, o sandığın sonucu belli olmadan kritik adım atar mı, olacak iş mi?

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

Ümmîlerin durumu ne olacak?..

Millî Eğitim’de çalıştığım yıllarda arka sıraların “futbolcu” öğrencileriyle sıkı-fıkı olduğumuz günler çoktu. Bilhassa bahar başlangıçlarında. Bu öğrencilerin ders dinlemek bir yana, gözlerini yeni tomurcuklanan ağaçlara ve dışarıda şakır şakır gün ışığına dikerek bulundukları yerde nasıl zorlandıklarını görür, bıyık altından gülerdim... Ben de lise yıllarında “arka sıraların” futbolcu öğrencilerinden biriydim. Kendimi istisna sayarak bu öğrencilerin hayatta çok başarılı olduklarını gördüm. Bu mektep kaçkınları, ön sıraların “cici” çocuklarını fersah fersah geçtiler. Pek tabii bu değerlendirme başarı’dan ne anladığımıza bağlanacak. Hemen söyleyelim. Bu “arka sıra” çocukları müteahhit, banker, sanayici, ihracat-ithalatçı, tüccar, reklamcı gibi ülkemizin ve günümüzün gözde mesleklerine sahip oldular. Cici çocuklara da bunların yanında yüksek dereceli diplomalarını duvara asarak çalışmak düştü.   Bu uzun girizgâhı ülkemizin yakın tarihinde okuma’ya verilen anlamı biraz açmak için yaptım. “Okumak” Türkçenin geçmişinde davet anlamını taşımış. Eski Türk hakanları toplantı yapacakları zaman kimi davet etmek isterlerse ona bir ok gönderirlermiş. Ok’un ve okumak’ın etimolojisini ve tarihî gelişimini bir yana bırakırsak; bugün Anadolu’nun hemen her yerinde düğüne davet eden kişilere okuyucu, yaptıkları işe de okumak denildiğini biliriz. Türkçenin çağrışım imkânları ve mânâ kıvrımları arasında bu “davet”in eni-sonu “bilgi”ye, hakikate varacağı kestirilebilir. Bu sebeple, eskiden okumak denilince, hususi bir anlam kastedilirdi. Yani Ahmed Kâzım Efendi’den tefsir okumak, Hüseyin Haki Bey’den mesnevî okumak, falan efendiden hadis okumak gibi. Okutan ve okuyan arasında son derece insanî bir iletişimi kucaklıyordu kelime. Sonraları okumak da diğer eylemlerimiz gibi demokratikleşti. Okuyucular dershanelerdeki sıralara oturunca, okumak “hususi” mânâsını kaybederek sıradanlaştı. Okuyup adam olmanın ortalama mânâsı artık bir diploma sahibi olmaya gelip dayanmıştı. Okumak bu dönemde “devlet kapısını açan anahtarlardan biri”, belki de en önemlisi sayılıyordu. Gerçi “devletliler” bu anahtara sahip olduktan sonra bir daha okumaya dönmezdiler ama, atı almış Üsküdar’ı tutmuş olurlardı. “Devletli” olmak için devlet kapısında bir yerleri tutmak epeyce bir zaman hâkim unsur olarak görüldü, okuyup adam olmuş insanların bunu ispatı, yakaladıkları mevki ve makam ile ölçüldü.   Lakin artık o günler geride kaldı. Şeref’in itibar’la yer değiştirmesi gibi, “paran kadar konuş” lafı hemen herkesin ağzını tıkamaya başlayınca “arka sıra” talebeleri hocalarına, “Okuyup da ne olacak?” demeyi sıklaştırdılar. Biraz geç olmakla beraber, halkımız “iktisadın ve de paranın” ne menem bir şey olduğunu anlamaya başlamıştı. Hayatla bağları da sık ve sağlıklı olduğundan mıdır nedir; “arka sıra” talebeleri bu duruma en kısa ve açık yoldan uyum sağlamışlardı. Doğru değil mi ama; okuyup da ne olacaktı?.. Bir de madalyonun artık unutulmaya yüz tutan öteki yüzü var. Okumanın çok eskilerde kalmış gerçek mânâsına işaret eden yüzü. Bu taraf “sakıncalı piyade” gibi itilip kakılmaktan yorgun düşmüştür. Din ve ahlak dersleri misali ikide bir meclise getirilip üzerinde pazarlık edilir.   Artık pazarlık bile neredeyse mümkün görülmüyor. Çünkü maruf tabirle iktisadın alternatifi yok. Yok çünkü bu alternatif ahlak’tır. Okumaya ihtiyacımız ancak ahlaka ihtiyacımız kadardır. Yoksa “okuyup da ne olacak?” sorusuna günümüz ve ülkemizde doyurucu bir cevap bulmak o kadar kolay değil. Meraklısı için sorular: Hangi kitap okunacak? Hangi ahlak benimsenecek? Hangi iktisada bağlanılacak? Ümmîlerin durumu ne olacak?..
Ekleme Tarihi: 28 February 2024 - Wednesday

Ümmîlerin durumu ne olacak?..

Millî Eğitim’de çalıştığım yıllarda arka sıraların “futbolcu” öğrencileriyle sıkı-fıkı olduğumuz günler çoktu. Bilhassa bahar başlangıçlarında. Bu öğrencilerin ders dinlemek bir yana, gözlerini yeni tomurcuklanan ağaçlara ve dışarıda şakır şakır gün ışığına dikerek bulundukları yerde nasıl zorlandıklarını görür, bıyık altından gülerdim...

Ben de lise yıllarında “arka sıraların” futbolcu öğrencilerinden biriydim. Kendimi istisna sayarak bu öğrencilerin hayatta çok başarılı olduklarını gördüm. Bu mektep kaçkınları, ön sıraların “cici” çocuklarını fersah fersah geçtiler.

Pek tabii bu değerlendirme başarı’dan ne anladığımıza bağlanacak. Hemen söyleyelim. Bu “arka sıra” çocukları müteahhit, banker, sanayici, ihracat-ithalatçı, tüccar, reklamcı gibi ülkemizin ve günümüzün gözde mesleklerine sahip oldular. Cici çocuklara da bunların yanında yüksek dereceli diplomalarını duvara asarak çalışmak düştü.

 

Bu uzun girizgâhı ülkemizin yakın tarihinde okuma’ya verilen anlamı biraz açmak için yaptım.

“Okumak” Türkçenin geçmişinde davet anlamını taşımış. Eski Türk hakanları toplantı yapacakları zaman kimi davet etmek isterlerse ona bir ok gönderirlermiş. Ok’un ve okumak’ın etimolojisini ve tarihî gelişimini bir yana bırakırsak; bugün Anadolu’nun hemen her yerinde düğüne davet eden kişilere okuyucu, yaptıkları işe de okumak denildiğini biliriz. Türkçenin çağrışım imkânları ve mânâ kıvrımları arasında bu “davet”in eni-sonu “bilgi”ye, hakikate varacağı kestirilebilir.

Bu sebeple, eskiden okumak denilince, hususi bir anlam kastedilirdi. Yani Ahmed Kâzım Efendi’den tefsir okumak, Hüseyin Haki Bey’den mesnevî okumak, falan efendiden hadis okumak gibi. Okutan ve okuyan arasında son derece insanî bir iletişimi kucaklıyordu kelime.

Sonraları okumak da diğer eylemlerimiz gibi demokratikleşti. Okuyucular dershanelerdeki sıralara oturunca, okumak “hususi” mânâsını kaybederek sıradanlaştı.

Okuyup adam olmanın ortalama mânâsı artık bir diploma sahibi olmaya gelip dayanmıştı. Okumak bu dönemde “devlet kapısını açan anahtarlardan biri”, belki de en önemlisi sayılıyordu. Gerçi “devletliler” bu anahtara sahip olduktan sonra bir daha okumaya dönmezdiler ama, atı almış Üsküdar’ı tutmuş olurlardı.

“Devletli” olmak için devlet kapısında bir yerleri tutmak epeyce bir zaman hâkim unsur olarak görüldü, okuyup adam olmuş insanların bunu ispatı, yakaladıkları mevki ve makam ile ölçüldü.

 

Lakin artık o günler geride kaldı.

Şeref’in itibar’la yer değiştirmesi gibi, “paran kadar konuş” lafı hemen herkesin ağzını tıkamaya başlayınca “arka sıra” talebeleri hocalarına, “Okuyup da ne olacak?” demeyi sıklaştırdılar. Biraz geç olmakla beraber, halkımız “iktisadın ve de paranın” ne menem bir şey olduğunu anlamaya başlamıştı.

Hayatla bağları da sık ve sağlıklı olduğundan mıdır nedir; “arka sıra” talebeleri bu duruma en kısa ve açık yoldan uyum sağlamışlardı. Doğru değil mi ama; okuyup da ne olacaktı?..

Bir de madalyonun artık unutulmaya yüz tutan öteki yüzü var. Okumanın çok eskilerde kalmış gerçek mânâsına işaret eden yüzü. Bu taraf “sakıncalı piyade” gibi itilip kakılmaktan yorgun düşmüştür. Din ve ahlak dersleri misali ikide bir meclise getirilip üzerinde pazarlık edilir.

 

Artık pazarlık bile neredeyse mümkün görülmüyor. Çünkü maruf tabirle iktisadın alternatifi yok. Yok çünkü bu alternatif ahlak’tır. Okumaya ihtiyacımız ancak ahlaka ihtiyacımız kadardır. Yoksa “okuyup da ne olacak?” sorusuna günümüz ve ülkemizde doyurucu bir cevap bulmak o kadar kolay değil.

Meraklısı için sorular: Hangi kitap okunacak? Hangi ahlak benimsenecek? Hangi iktisada bağlanılacak? Ümmîlerin durumu ne olacak?..

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

Söz Çeşitleri

Çoğu insan mecbur kaldığı için yalan söylediğini düşünür. Halbuki İbn Sîrîn [rahmetullahi aleyh] şöyle demiştir: “Söz çeşitleri, ahlâkı sağlam bir insanın yalana düşmeyeceği kadar geniştir.” Yalan söylememeye kesinlikle azmettikten sonra içinde bulunduğumuz zor durumlardan kurtulmak için çare aradığımızda bazı çözümler bulabiliriz. İbrahim en-Nehaî [rahmetullahi aleyh] hizmetçisine şöyle derdi: “Görmek istemediğim biri gelirse, evde olmadığımı söyleme. Beni camide aramalarını söyle.”  Resûlullah [sallallahu aleyhi vesellem] ve Hz. Ebû Bekir [radıyallahu anh] hicret ederken Hz. Ebû Bekir’i tanıyan ama Peygamber Efendimiz’i tanımayan birilerine rastladılar. Bu adamlar Hz. Ebu Bekir’e, “Yanındaki kim?” diye sordular. Hz. Ebû Bekir, “Benim kılavuzumdur” dedi. Eğer Peygamberimiz olduğunu söyleseydi kötülük yapacaklardı. “Kılavuzumdur” diyerek de yalan söylememiş oldu. Çünkü kılavuzların en büyükleri peygamberlerdir. İnsanlara hak yolu gösterenler onlardır.
Ekleme Tarihi: 28 February 2024 - Wednesday

Söz Çeşitleri

Çoğu insan mecbur kaldığı için yalan söylediğini düşünür. Halbuki İbn Sîrîn [rahmetullahi aleyh] şöyle demiştir: “Söz çeşitleri, ahlâkı sağlam bir insanın yalana düşmeyeceği kadar geniştir.” Yalan söylememeye kesinlikle azmettikten sonra içinde bulunduğumuz zor durumlardan kurtulmak için çare aradığımızda bazı çözümler bulabiliriz. İbrahim en-Nehaî [rahmetullahi aleyh] hizmetçisine şöyle derdi: “Görmek istemediğim biri gelirse, evde olmadığımı söyleme. Beni camide aramalarını söyle.” 

Resûlullah [sallallahu aleyhi vesellem] ve Hz. Ebû Bekir [radıyallahu anh] hicret ederken Hz. Ebû Bekir’i tanıyan ama Peygamber Efendimiz’i tanımayan birilerine rastladılar. Bu adamlar Hz. Ebu Bekir’e, “Yanındaki kim?” diye sordular. Hz. Ebû Bekir, “Benim kılavuzumdur” dedi.

Eğer Peygamberimiz olduğunu söyleseydi kötülük yapacaklardı. “Kılavuzumdur” diyerek de yalan söylememiş oldu. Çünkü kılavuzların en büyükleri peygamberlerdir. İnsanlara hak yolu gösterenler onlardır.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

Отголоски Ходжалы в мирные дни

Годовщина Ходжалинского геноцида ежегодно отмечается в Азербайджане, а в некоторых странах осуществляется международная информационная кампания «Справедливость Ходжалы». Ходжалинский геноцид признан Тюркским Советом, организацией-предшественницей ОТГ, а в 2013-м Организация Исламского сотрудничества призвала страны-члены приложить усилия для его признания. Однако несмотря на это, спустя 32 года преступники так и не понесли наказания, а мир вспоминает об этой кровавой трагедии на Южном Кавказе только когда подходит очередная памятная дата. Точно так же, как и в годовщину другой резни в начале 90-ых в центре «цивилизованной Европы» - Сребренице. Несмотря на то, что оба факта геноцида представляли собой этнические чистки, так как потерпевшие не являлись последователями одной религии и\или представителями одного цвета глаз с сильными мира сего, поэтому обе трагедии еще ждут своего осмысления и наказания виновных. Причины трагедии   В период агонии СССР рост националистических настроений в союзных республиках нарастал. Тяжелый внутриполитический кризис конца 80-х — начала 90-ых на Южном Кавказе, а также двусмысленная позиция Кремля все больше провоцировала ожесточенную полемику между конфликтующими сторонами -азербайджанцами и армянами, вызывая рост недоверия к центральной власти с обеих сторон. Провокации - нападения на армянские квартиры были предприняты в Сумгаите, затем в Баку. Они преследовали цель показать центру будто бы в Азербайджане нарушаются права армянского населения и тем самым обосновать сепаратистское движение в Карабахе. Территориальные притязания и военная агрессия Армении против Азербайджана стали главными причинами кровавых событий, изгнания миллионов азербайджанцев со своих территорий. Город Ходжалы с населением более 7 тысяч человек имел большое значение с точки зрения стратегического расположения и наличия здесь аэропорта. Поэтому основная цель армянских вооруженных сил заключалась в осуществлении контроля за проходящей через Ходжалы дорогой Аскеран-Ханкенди и в захвате находящегося в городе аэропорта.   Редкое по жестокости преступление против человечности По данных специалистов, на территории Карабаха, Армения в 1905, 1918, 1920 и 1988 годах неоднократно проводила политику геноцида и этнических чисток в отношении тюрко-мусульманских народов. Однако Ходжалинская трагедия удивила видавших виды опытных журналистов. В ночь с 25 на 26 февраля 1992 года армянские вооруженные силы 10 танками, 16 бронетранспортерами, 9 боевыми машинами пехоты, 180 военными специалистами и многочисленной живой силой расположенного в Ханкенди 366-го мотострелкового полка, входившего в 23-ю дивизию 4-й армии бывшего СССР, заняли город Ходжалы. Ходжалинская резня 1992 года по своей жестокости и методам расправы остается одной из «черных страниц» в истории человечества. Город был полностью разрушен, сожжен с использованием многочисленной тяжелой техники, а жители убиты. По словам чудом уцелевших немногочисленных свидетелей и группы журналистов, прибывших на вертолете на следующий день после трагедии, преступления отличались особой жестокостью. Тяжелые увечья на телах погибших, снятие скальпов, большое количество детских смертей и многие другие свидетельства демонстрируют открытую ненависть совершивших эти злодеяния по отношению к мирным жителям небольшого азербайджанского города. По некоторым данным, в результате геноцида в Ходжалы были убиты 613 местных жителей, в том числе 63 ребенка, 106 женщин, 70 стариков. 8 семей были полностью уничтожены, 25 детей лишились обоих родителей, 130 детей – одного из родителей. От вражеских пуль ранения получили 487 человек, из них 76 детей. В плен было взято 1275 человек. О судьбе 150 человек, среди которых 68 женщин и 26 детей, до сих пор ничего не известно. Примечательно, что в СМИ Великобритании, Франции, США и даже российской прессе того времени выходили статьи, подтверждающие события тех дней: основательные факты о широкомасштабном наступлении армянских вооруженных сил на Ходжалы с применением современной военной техники, а также истреблении сотен семей отражены и на страницах газет «Washington Post» (США) за 28 февраля, «The Sunday Times» (Великобритания) за 8 марта, «Krua l’Eveneman» (Франция) за 25 марта 1992 года и ряда периодических изданий. В номере газеты «Известия» за 13 марта 1992 года приводились слова русского военнослужащего об увиденных им зверствах. Вместе с тем, тогда это не получило должной оценки. Реакция мирового сообщества годы спустя   В настоящее время в десятках стран мира осуществляется международная информационная кампания "Справедливость Ходжалы!". Факт того, что Ходжалинская трагедия является геноцидом, отражен в постановлениях и резолюциях, принятых во многих странах и международных организациях. На сегодняшний день законодательные органы 17 стран мира, в частности Афганистана, Индонезии, Боснии и Герцеговины, Колумбии, Чешской Республики, Гондураса, Иордании, Мексики, Пакистана, Панамы, Перу, Судана, Джибути, Гватемалы, Парагвая, Словении, Шотландии, а также 22 штата Соединенных Штатов Америки приняли парламентские акты о признании геноцида в Ходжалы. Эти документы осуждают оккупацию азербайджанских территорий армянскими вооруженными силами, убийство невинных граждан в Ходжалы и выражают сочувствие жертвам трагедии. Резолюция 1594 Палаты представителей штата Джорджия (США) является первым среди документов, принятых американскими законодателями, в котором упоминается имя бывшего президента Армении Сержа Саргсяна в связи с резней в Ходжалы. Однако, как видим, всё это дальше риторики не продвигается. Отголоски Ходжалы в мирные дни   В наши дни, после возвращения земель под руководство Баку, еще продолжают находить останки тех мирных жителей, которые погибли только потому, что были азербайджанцами. На днях вновь СМИ Азербайджана сообщили о страшной находке, обнаруженной во время строительных работ. Человеческие останки, которые, как полагают, принадлежат по меньшей мере 4 людям, которые были похоронены здесь по крайней мере 25 лет назад. Предположительно, один из останков принадлежит 4-5-летнему ребенку. Руки людей, чьи останки были обнаружены, были связаны веревками. Уполномоченный по правам человека (омбудсмен) Азербайджана обратилась к международным организациям по поводу обнаруженного в Ходжалы массового захоронения. В обращении говорится, что регулярно обнаруживаемые на освобожденных от оккупации территориях массовые захоронения выявляют следы военных преступлений и преступлений против человечества, совершенных Арменией против азербайджанцев во время Первой Карабахской войны.   Признания в рамках ООН ещё нет Тогда, ровно 32 года назад, невинное мирное население Азербайджана подверглось геноциду, однако мир предпочитал на это не реагировать. Сейчас же несмотря на то, что в некоторых странах факт геноцида признан, в рамках ООН официального решения по Ходжалы по-прежнему нет. Преступники не только не понесли наказания, но и до сих пор отдельными странами поддерживаются те преступные замыслы, приведшие к этой ужасной человеческой катастрофе 90-х. Эта поддержка, в том числе и военная, побуждает ныне армянское руководство отклоняться от заключения мирного договора, несмотря на то, что Азербайджан восстановил свой суверенитет на этих многострадальных землях. В нынешней непростой ситуации, когда международное право стало оружием сильного, когда прав тот, кто сильнее, а не наоборот, окрепшие должны призвать мировое сообщество к установлению исторической справедливости, провести расследование тех трагических событий и наказать виновных, пока еще живо поколение свидетелей то й страшной трагедии.
Ekleme Tarihi: 27 February 2024 - Tuesday

Отголоски Ходжалы в мирные дни

Годовщина Ходжалинского геноцида ежегодно отмечается в Азербайджане, а в некоторых странах осуществляется международная информационная кампания «Справедливость Ходжалы». Ходжалинский геноцид признан Тюркским Советом, организацией-предшественницей ОТГ, а в 2013-м Организация Исламского сотрудничества призвала страны-члены приложить усилия для его признания. Однако несмотря на это, спустя 32 года преступники так и не понесли наказания, а мир вспоминает об этой кровавой трагедии на Южном Кавказе только когда подходит очередная памятная дата.

Точно так же, как и в годовщину другой резни в начале 90-ых в центре «цивилизованной Европы» - Сребренице. Несмотря на то, что оба факта геноцида представляли собой этнические чистки, так как потерпевшие не являлись последователями одной религии и\или представителями одного цвета глаз с сильными мира сего, поэтому обе трагедии еще ждут своего осмысления и наказания виновных.

Причины трагедии
 
В период агонии СССР рост националистических настроений в союзных республиках нарастал. Тяжелый внутриполитический кризис конца 80-х — начала 90-ых на Южном Кавказе, а также двусмысленная позиция Кремля все больше провоцировала ожесточенную полемику между конфликтующими сторонами -азербайджанцами и армянами, вызывая рост недоверия к центральной власти с обеих сторон.

Провокации - нападения на армянские квартиры были предприняты в Сумгаите, затем в Баку. Они преследовали цель показать центру будто бы в Азербайджане нарушаются права армянского населения и тем самым обосновать сепаратистское движение в Карабахе. Территориальные притязания и военная агрессия Армении против Азербайджана стали главными причинами кровавых событий, изгнания миллионов азербайджанцев со своих территорий.

Город Ходжалы с населением более 7 тысяч человек имел большое значение с точки зрения стратегического расположения и наличия здесь аэропорта. Поэтому основная цель армянских вооруженных сил заключалась в осуществлении контроля за проходящей через Ходжалы дорогой Аскеран-Ханкенди и в захвате находящегося в городе аэропорта.
 
Редкое по жестокости преступление против человечности
По данных специалистов, на территории Карабаха, Армения в 1905, 1918, 1920 и 1988 годах неоднократно проводила политику геноцида и этнических чисток в отношении тюрко-мусульманских народов. Однако Ходжалинская трагедия удивила видавших виды опытных журналистов.

В ночь с 25 на 26 февраля 1992 года армянские вооруженные силы 10 танками, 16 бронетранспортерами, 9 боевыми машинами пехоты, 180 военными специалистами и многочисленной живой силой расположенного в Ханкенди 366-го мотострелкового полка, входившего в 23-ю дивизию 4-й армии бывшего СССР, заняли город Ходжалы. Ходжалинская резня 1992 года по своей жестокости и методам расправы остается одной из «черных страниц» в истории человечества. Город был полностью разрушен, сожжен с использованием многочисленной тяжелой техники, а жители убиты. По словам чудом уцелевших немногочисленных свидетелей и группы журналистов, прибывших на вертолете на следующий день после трагедии, преступления отличались особой жестокостью. Тяжелые увечья на телах погибших, снятие скальпов, большое количество детских смертей и многие другие свидетельства демонстрируют открытую ненависть совершивших эти злодеяния по отношению к мирным жителям небольшого азербайджанского города.

По некоторым данным, в результате геноцида в Ходжалы были убиты 613 местных жителей, в том числе 63 ребенка, 106 женщин, 70 стариков. 8 семей были полностью уничтожены, 25 детей лишились обоих родителей, 130 детей – одного из родителей. От вражеских пуль ранения получили 487 человек, из них 76 детей. В плен было взято 1275 человек. О судьбе 150 человек, среди которых 68 женщин и 26 детей, до сих пор ничего не известно.

Примечательно, что в СМИ Великобритании, Франции, США и даже российской прессе того времени выходили статьи, подтверждающие события тех дней: основательные факты о широкомасштабном наступлении армянских вооруженных сил на Ходжалы с применением современной военной техники, а также истреблении сотен семей отражены и на страницах газет «Washington Post» (США) за 28 февраля, «The Sunday Times» (Великобритания) за 8 марта, «Krua l’Eveneman» (Франция) за 25 марта 1992 года и ряда периодических изданий. В номере газеты «Известия» за 13 марта 1992 года приводились слова русского военнослужащего об увиденных им зверствах. Вместе с тем, тогда это не получило должной оценки.
Реакция мирового сообщества годы спустя
 

В настоящее время в десятках стран мира осуществляется международная информационная кампания "Справедливость Ходжалы!". Факт того, что Ходжалинская трагедия является геноцидом, отражен в постановлениях и резолюциях, принятых во многих странах и международных организациях. На сегодняшний день законодательные органы 17 стран мира, в частности Афганистана, Индонезии, Боснии и Герцеговины, Колумбии, Чешской Республики, Гондураса, Иордании, Мексики, Пакистана, Панамы, Перу, Судана, Джибути, Гватемалы, Парагвая, Словении, Шотландии, а также 22 штата Соединенных Штатов Америки приняли парламентские акты о признании геноцида в Ходжалы.

Эти документы осуждают оккупацию азербайджанских территорий армянскими вооруженными силами, убийство невинных граждан в Ходжалы и выражают сочувствие жертвам трагедии. Резолюция 1594 Палаты представителей штата Джорджия (США) является первым среди документов, принятых американскими законодателями, в котором упоминается имя бывшего президента Армении Сержа Саргсяна в связи с резней в Ходжалы. Однако, как видим, всё это дальше риторики не продвигается.

Отголоски Ходжалы в мирные дни
 

В наши дни, после возвращения земель под руководство Баку, еще продолжают находить останки тех мирных жителей, которые погибли только потому, что были азербайджанцами.

На днях вновь СМИ Азербайджана сообщили о страшной находке, обнаруженной во время строительных работ. Человеческие останки, которые, как полагают, принадлежат по меньшей мере 4 людям, которые были похоронены здесь по крайней мере 25 лет назад. Предположительно, один из останков принадлежит 4-5-летнему ребенку. Руки людей, чьи останки были обнаружены, были связаны веревками.
Уполномоченный по правам человека (омбудсмен) Азербайджана обратилась к международным организациям по поводу обнаруженного в Ходжалы массового захоронения. В обращении говорится, что регулярно обнаруживаемые на освобожденных от оккупации территориях массовые захоронения выявляют следы военных преступлений и преступлений против человечества, совершенных Арменией против азербайджанцев во время Первой Карабахской войны.
 
Признания в рамках ООН ещё нет

Тогда, ровно 32 года назад, невинное мирное население Азербайджана подверглось геноциду, однако мир предпочитал на это не реагировать. Сейчас же несмотря на то, что в некоторых странах факт геноцида признан, в рамках ООН официального решения по Ходжалы по-прежнему нет. Преступники не только не понесли наказания, но и до сих пор отдельными странами поддерживаются те преступные замыслы, приведшие к этой ужасной человеческой катастрофе 90-х. Эта поддержка, в том числе и военная, побуждает ныне армянское руководство отклоняться от заключения мирного договора, несмотря на то, что Азербайджан восстановил свой суверенитет на этих многострадальных землях.

В нынешней непростой ситуации, когда международное право стало оружием сильного, когда прав тот, кто сильнее, а не наоборот, окрепшие должны призвать мировое сообщество к установлению исторической справедливости, провести расследование тех трагических событий и наказать виновных, пока еще живо поколение свидетелей то

й страшной трагедии.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

لا تأكيد ولا نفي

نُشر مقال في صحيفة "واشنطن بوست" يطالب الولايات المتحدة بالتخلص من سياسة الصمت المتبعة بخصوص القدرات النووية الإسرائيلية. ويشير المقال الذي وقعه خبراء في مجال انتشار الأسلحة النووية، إلى أن مسؤولي الدولة الأمريكية يتبعون سياسة إنكار وجود أسلحة نووية إسرائيلية بناءً على أمر تنفيذي رئاسي سري ساري المفعول منذ 60 عامًا. ويرى الخبراء أن هذه السياسة أصبحت بلا معنى في ظل تزايد التهديدات الإسرائيلية باستخدام الأسلحة النووية في قطاع غزة. وأن أمريكا فشلت في تحليل سيناريوهات الصراع الإقليمي بشكل سليم. ورغم أن هذه الدعوة ليست الأولى من نوعها، إلا أنها تُظهر تغيرًا في نظرة الرأي العام الأمريكي تجاه إسرائيل، وبدء التشكيك والتساؤل حول السياسة الأمريكية تجاهها. لا تأكيد ولا نفي لا يخفى على أحد امتلاك إسرائيل لأسلحة نووية، حيث يشير السياسيون الإسرائيليون بفخر إلى هذه القدرات من خلال تصريحاتهم المتكررة. ويصل الأمر ببعض السياسيين اليمينيين المتطرفين إلى حد المطالبة بضرب غزة بقنبلة نووية. ورغم امتلاك إسرائيل أسلحة نووية إلا أنها تسعى لتجنب الانضمام إلى الاتفاقيات الدولية التي تلزمها بمنع انتشار هذه الأسلحة. وتُبقي إسرائيل موقفها الرسمي "غامضًا"، فلا تؤكد ولا تنفي امتلاكها أسلحة نووية، هربا من أي قيود قد تفرض على قدراتها. وفي الوقت نفسه تستفيد إسرائيل من "الردع النووي" بشكل غير رسمي بفضل حيازتها للأسلحة النووية دون تحمل مسؤوليات امتلاكها. وفي المقابل، تفضل الولايات المتحدة الإبقاء على هذا الموقف المتناقض من أجل منع انتشار الأسلحة النووية في الشرق الأوسط.   تستند هذه السياسة إلى اتفاق سري تم إبرامه عام 1969 بين الرئيس الأمريكي نيكسون ورئيسة وزراء إسرائيل غولدا مائير. وبموجب هذا الاتفاق، تعهدت الولايات المتحدة الأمريكية بالحفاظ على سرية امتلاك إسرائيل لأسلحة نووية، مقابل وقوف إسرائيل بجانب الولايات المتحدة في الحرب الباردة. وكان الهدف من هذا الاتفاق منع الدول العربية من الحصول على أسلحة نووية من الروس. في المقابل انضمت إيران إلى معاهدة منع انتشار الأسلحة النووية عام 1968، وصادقت عليها عام 1970، مما يمنحها حقوقًا معينة، لكنه يُلزمها أيضًا بالالتزام بِالقيود التي تفرض على برامجها النووية. وأصرت إيران على حقها في تخصيب اليورانيوم بموجب معاهدة الحظر الشامل للتجارب النووية، لكن اكتشاف أنشطة نووية سرية أدى إلى تعرضها لضغوط من المجتمع الدولي. ونظرًا لعدم ثقة الغرب في نظام إيران ومقاومتها لإخضاع برنامجها النووي للتفتيش، يحاول الغرب منذ فترة طويلة حل "الأزمة النووية" من خلال زيادة الضمانات. ولكن من المفارقات المهمة أن إيران تواجه عقوبات وضغوطًا منذ سنوات بسبب برنامجِها النووي، بينما لم تواجه إسرائيل أية ضغوط دولية تذكر على الرغم من إجرائها تجربة نووية عام 1979، مخالفةً بذلك معاهدة الحظر الشامل للتجارب النووية.   التوازن (أو عدم التوازن) النووي إن عدم الاعتراف الرسمي بإسرائيل كقوة نووية يساعدها على تجنب الوقوع في نفس الموقف الذي تواجهه إيران. فإسرائيل التي لم توقع على معاهدة معاهدة الحظر الشامل للتجارب النووية، ليست ملزمة بفتح برنامجها النووي للتفتيش الدولي، ولا بِتقديم أي ضمانات بِشأنه. وتستمر إسرائيل في الحفاظ على هذا الوضع المميز بمساعدةِ الولايات المتحدة، بينما يسعى سياسيون إسرائيليون مثل نتنياهو إلى إقناع الولايات المتحدة بِضرورة القضاء تمامًا على قدرات إيران النووية. وتتجنب واشنطن الدخول في حرب مباشرة مع إيران، لكنها تُواصل تقديم كل أنواع الدعم العسكري لإسرائيل، وذلك بِموجب مبدأ "الحفاظ على تفوق إسرائيل العسكري" الذي تلزمه به القوانين الأمريكية. من جهة أخرى، يُعرف أن إيران قد اقتربت من عتبة امتلاك أسلحة نووية، وأن كل ما ينقصها هو القرار السياسي. ومن المرجح أن يشجع اتخاذ إيران هذا القرار الدول الإقليمية مثل السعودية ومصر وتركيا على السعي لامتلاك أسلحة نووية. ولذلك تفضل إيران البقاء عند هذه العتبة، لأن تحولها إلى دولة نووية سيؤدي إلى توتر كبير في العلاقاتِ مع روسيا والصين، مما سيعرضها لضغوط دولية هائلة.     تسعى إسرائيل إلى إنهاء الموقف المميز لإيران والحفاظ على موقعها الخاص. وتدرك الولايات المتحدة أنها لا تستطيع تحقيق ذلك من خلال التدخل العسكري، لذا تسعى لتقييد قدرات إيران من خلال المفاوضات. لكن هذه السياسة لم تحقق نجاحًا حتى الآن. ويزداد موقف الولايات المتحدة ضعفًا في المفاوضات مع إيران بسبب استمرارها في تجاهل برنامج إسرائيل النووي. وفي ظل عدم قدرة واشنطن على تقديم أي ضمانات لإيران بِشأن الموقف النووي لإسرائيل، لا تستطيع منع طهران من السعي وراء الردع النووي. بعبارة أخرى، تعيق سياسة الولايات المتحدة المتمثلة في الحفاظ على وضع إسرائيل النووي المميز، تقدم المفاوضات النووية مع إيران. ولا شك أن الاعتراف الرسمي للولايات المتحدة بوجود البرنامج النووي الإسرائيلي خطوة صعبة، لها عواقب قانونية خطيرة. ويصعب على بايدن الذي يُقدِّم دعمًا كبيرًا لإسرائيل، أن يُقدِم على مثل هذه الخطوة السياسية، لكنها خطوة ذات أهمية حاسمة لإعادة تصميم السياسة الأمريكية في المنطقة.   إن قدرة الدولة الأميركية على خلق سياسة في الشرق الأوسط مبنية على الحقائق ومتحررة من الهواجس الأيديولوجية تعتمد على قدرتها على التشكيك في كل جانب من جوانب علاقتها مع إسرائيل. لا تبدو مثل هذه المواجهة ممكنة في عام انتخابي، ولكن بوسعنا أن نقول إن سياسة الولايات المتحدة تجاه إسرائيل دخلت فترة من التشكيك الجدي. إن بدء مناقشة القدرة النووية لإسرائيل في الرأي العام الأمريكي، وإن كانت بشكل محدود نسبياً، يظهر أيضًا الاستياء الذي تسببت فيه التكلفة السياسية التي فرضتها إسرائيل على الولايات المتحدة بعد أزمة غزة، ويمكن القول إن اتهام إسرائيل بارتكاب جرائم حرب وإبادة جماعية قد وضعَ الأمريكيين الليبراليين في موقف صعب، مما أدى إلى فتح نقاش حول جميع القضايا المتعلقة بإسرائيل. وتعتمد قدرة الدولة الأمريكية على تشكيل سياسة واقعية في الشرق الأوسط، بعيدة عن التعصب الأيديولوجي، على قدرتها على إعادة تقييم علاقتها بإسرائيل بِجميع أبعادِها. ويبدو أن مثل هذه المراجعة صعبة التحقيق في ظل الانتخابات القادمة، لكن يمكننا القول إن سياسة الولايات المتحدة تجاه إسرائيل قد دخلت مرحلة إعادة تقييم جادة.
Ekleme Tarihi: 27 February 2024 - Tuesday

لا تأكيد ولا نفي

نُشر مقال في صحيفة "واشنطن بوست" يطالب الولايات المتحدة بالتخلص من سياسة الصمت المتبعة بخصوص القدرات النووية الإسرائيلية. ويشير المقال الذي وقعه خبراء في مجال انتشار الأسلحة النووية، إلى أن مسؤولي الدولة الأمريكية يتبعون سياسة إنكار وجود أسلحة نووية إسرائيلية بناءً على أمر تنفيذي رئاسي سري ساري المفعول منذ 60 عامًا. ويرى الخبراء أن هذه السياسة أصبحت بلا معنى في ظل تزايد التهديدات الإسرائيلية باستخدام الأسلحة النووية في قطاع غزة. وأن أمريكا فشلت في تحليل سيناريوهات الصراع الإقليمي بشكل سليم. ورغم أن هذه الدعوة ليست الأولى من نوعها، إلا أنها تُظهر تغيرًا في نظرة الرأي العام الأمريكي تجاه إسرائيل، وبدء التشكيك والتساؤل حول السياسة الأمريكية تجاهها.

لا تأكيد ولا نفي

لا يخفى على أحد امتلاك إسرائيل لأسلحة نووية، حيث يشير السياسيون الإسرائيليون بفخر إلى هذه القدرات من خلال تصريحاتهم المتكررة. ويصل الأمر ببعض السياسيين اليمينيين المتطرفين إلى حد المطالبة بضرب غزة بقنبلة نووية. ورغم امتلاك إسرائيل أسلحة نووية إلا أنها تسعى لتجنب الانضمام إلى الاتفاقيات الدولية التي تلزمها بمنع انتشار هذه الأسلحة. وتُبقي إسرائيل موقفها الرسمي "غامضًا"، فلا تؤكد ولا تنفي امتلاكها أسلحة نووية، هربا من أي قيود قد تفرض على قدراتها. وفي الوقت نفسه تستفيد إسرائيل من "الردع النووي" بشكل غير رسمي بفضل حيازتها للأسلحة النووية دون تحمل مسؤوليات امتلاكها. وفي المقابل، تفضل الولايات المتحدة الإبقاء على هذا الموقف المتناقض من أجل منع انتشار الأسلحة النووية في الشرق الأوسط.

 

تستند هذه السياسة إلى اتفاق سري تم إبرامه عام 1969 بين الرئيس الأمريكي نيكسون ورئيسة وزراء إسرائيل غولدا مائير. وبموجب هذا الاتفاق، تعهدت الولايات المتحدة الأمريكية بالحفاظ على سرية امتلاك إسرائيل لأسلحة نووية، مقابل وقوف إسرائيل بجانب الولايات المتحدة في الحرب الباردة. وكان الهدف من هذا الاتفاق منع الدول العربية من الحصول على أسلحة نووية من الروس. في المقابل انضمت إيران إلى معاهدة منع انتشار الأسلحة النووية عام 1968، وصادقت عليها عام 1970، مما يمنحها حقوقًا معينة، لكنه يُلزمها أيضًا بالالتزام بِالقيود التي تفرض على برامجها النووية. وأصرت إيران على حقها في تخصيب اليورانيوم بموجب معاهدة الحظر الشامل للتجارب النووية، لكن اكتشاف أنشطة نووية سرية أدى إلى تعرضها لضغوط من المجتمع الدولي. ونظرًا لعدم ثقة الغرب في نظام إيران ومقاومتها لإخضاع برنامجها النووي للتفتيش، يحاول الغرب منذ فترة طويلة حل "الأزمة النووية" من خلال زيادة الضمانات. ولكن من المفارقات المهمة أن إيران تواجه عقوبات وضغوطًا منذ سنوات بسبب برنامجِها النووي، بينما لم تواجه إسرائيل أية ضغوط دولية تذكر على الرغم من إجرائها تجربة نووية عام 1979، مخالفةً بذلك معاهدة الحظر الشامل للتجارب النووية.

 

التوازن (أو عدم التوازن) النووي

إن عدم الاعتراف الرسمي بإسرائيل كقوة نووية يساعدها على تجنب الوقوع في نفس الموقف الذي تواجهه إيران. فإسرائيل التي لم توقع على معاهدة معاهدة الحظر الشامل للتجارب النووية، ليست ملزمة بفتح برنامجها النووي للتفتيش الدولي، ولا بِتقديم أي ضمانات بِشأنه. وتستمر إسرائيل في الحفاظ على هذا الوضع المميز بمساعدةِ الولايات المتحدة، بينما يسعى سياسيون إسرائيليون مثل نتنياهو إلى إقناع الولايات المتحدة بِضرورة القضاء تمامًا على قدرات إيران النووية. وتتجنب واشنطن الدخول في حرب مباشرة مع إيران، لكنها تُواصل تقديم كل أنواع الدعم العسكري لإسرائيل، وذلك بِموجب مبدأ "الحفاظ على تفوق إسرائيل العسكري" الذي تلزمه به القوانين الأمريكية. من جهة أخرى، يُعرف أن إيران قد اقتربت من عتبة امتلاك أسلحة نووية، وأن كل ما ينقصها هو القرار السياسي. ومن المرجح أن يشجع اتخاذ إيران هذا القرار الدول الإقليمية مثل السعودية ومصر وتركيا على السعي لامتلاك أسلحة نووية. ولذلك تفضل إيران البقاء عند هذه العتبة، لأن تحولها إلى دولة نووية سيؤدي إلى توتر كبير في العلاقاتِ مع روسيا والصين، مما سيعرضها لضغوط دولية هائلة.

 

 

تسعى إسرائيل إلى إنهاء الموقف المميز لإيران والحفاظ على موقعها الخاص. وتدرك الولايات المتحدة أنها لا تستطيع تحقيق ذلك من خلال التدخل العسكري، لذا تسعى لتقييد قدرات إيران من خلال المفاوضات. لكن هذه السياسة لم تحقق نجاحًا حتى الآن. ويزداد موقف الولايات المتحدة ضعفًا في المفاوضات مع إيران بسبب استمرارها في تجاهل برنامج إسرائيل النووي. وفي ظل عدم قدرة واشنطن على تقديم أي ضمانات لإيران بِشأن الموقف النووي لإسرائيل، لا تستطيع منع طهران من السعي وراء الردع النووي. بعبارة أخرى، تعيق سياسة الولايات المتحدة المتمثلة في الحفاظ على وضع إسرائيل النووي المميز، تقدم المفاوضات النووية مع إيران. ولا شك أن الاعتراف الرسمي للولايات المتحدة بوجود البرنامج النووي الإسرائيلي خطوة صعبة، لها عواقب قانونية خطيرة. ويصعب على بايدن الذي يُقدِّم دعمًا كبيرًا لإسرائيل، أن يُقدِم على مثل هذه الخطوة السياسية، لكنها خطوة ذات أهمية حاسمة لإعادة تصميم السياسة الأمريكية في المنطقة.

 

إن قدرة الدولة الأميركية على خلق سياسة في الشرق الأوسط مبنية على الحقائق ومتحررة من الهواجس الأيديولوجية تعتمد على قدرتها على التشكيك في كل جانب من جوانب علاقتها مع إسرائيل. لا تبدو مثل هذه المواجهة ممكنة في عام انتخابي، ولكن بوسعنا أن نقول إن سياسة الولايات المتحدة تجاه إسرائيل دخلت فترة من التشكيك الجدي.

إن بدء مناقشة القدرة النووية لإسرائيل في الرأي العام الأمريكي، وإن كانت بشكل محدود نسبياً، يظهر أيضًا الاستياء الذي تسببت فيه التكلفة السياسية التي فرضتها إسرائيل على الولايات المتحدة بعد أزمة غزة، ويمكن القول إن اتهام إسرائيل بارتكاب جرائم حرب وإبادة جماعية قد وضعَ الأمريكيين الليبراليين في موقف صعب، مما أدى إلى فتح نقاش حول جميع القضايا المتعلقة بإسرائيل. وتعتمد قدرة الدولة الأمريكية على تشكيل سياسة واقعية في الشرق الأوسط، بعيدة عن التعصب الأيديولوجي، على قدرتها على إعادة تقييم علاقتها بإسرائيل بِجميع أبعادِها. ويبدو أن مثل هذه المراجعة صعبة التحقيق في ظل الانتخابات القادمة، لكن يمكننا القول إن سياسة الولايات المتحدة تجاه إسرائيل قد دخلت مرحلة إعادة تقييم جادة.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

الصين.. من منافس للنظام العالمي إلى عبدٍ له

أربعة أشهر مرت على مجزرة غزة، ولا تزال المجزرة مستمرة، تصلنا صورها المروعة من هناك، بينما تدلي وزيرة المساواة والمرأة الإسرائيلية "ماي غولان" الدنيئة والمثيرة للاشمئزاز، بتصريح بمنتهى الوقاحة وبدون تردد تقول فيه "إنها فخورة لِتدمير غزة". لا يمكن اعتبار أمثال هؤلاء بشراً. وعلى صعيد آخر، تواجه اقتراحات وقف إطلاق النار التي تقدمها إسرائيل في الأمم المتحدة رفضًا من قبل الولايات المتحدة، أحد الأعضاءِ الدائمين في مجلسِ الأمن. لا يمكن تصديق ما يحدث حقًا، يكاد المرء يفقد عقله من شدة الغضب. لقد اتحد العالم فقط في ظلمه للمسلمين، وأثبتت غزة لنا مرة أخرى أن الكفر ملة واحدة، فالشرق والغرب قد توحدا في عدائهما للإسلام، حيث أثبت كل من المعسكر الغربي بقيادة الولايات المتحدة والمعسكر الشرقي بقيادة الصين والهند أنهم لن يترددوا في التعاون والعمل معاً لمحاربة الإسلام.   الصين.. من منافس للنظام العالمي إلى عبدٍ له في عام 1992، نشر صاموئيل هنتنغتونَ مقالًا في مجلة "فورين أفيرز" بعنوان "صراع الحضارات". وفي هذا المقال ـ الذي حوله فيما بعد إلى كتاب ـ حذّر هنتنغتون من إمكانية تحالف الصين مع الإسلام ضد الغرب، ودعا إلى ضرورة منع حدوث ذلك. لكن ما حدث هو أن الصين اندمجت في النظام الرأسمالي الليبرالي الجديد وأصبحت خادمة له، ، مما أجبرها على إنكار تجربتها الحضارية التي استمرت خمسة آلاف عام وبنت روح الصين. وفي النهاية لم تتمكن الصين من مقاومة الضغوط الرأسمالية، ورضخت لهيمنة الرأسمالية. معذرةً، لكنني لا أستطيع وصف بعض "خبراء" العلاقات الدولية إلا بأنهم متخلفون ومرتزقة. فهم يُصرون على التحدث باستمرار عن حرب تجارية بين الصين والولايات المتحدة، بل وحتّى عن حرب عالمية ثالثة قد تقع بين الدولتين.   في الواقع، إن الحرب التجارية بين الصين والولايات المتحدة ضرورية لاستمرار وجود الرأسماليةِ، بل هي فرصة لا تفوت. فالرأسمالية تحافظ على وجودها وتعيد إنتاج نفسها من خلال هذه الصراعات الداخلية للنظام. إن القول بأن الصين ستصبح منافسًا للولايات المتحدة هو إما جهل تام بما يجري، أو محاولة للتحدث باسم الآخرين والدفاع عنهم. ولكن ما أريد تسليط الضوءَ عليه هنا هو أن الصين قد خضعت للنظام العالمي (الذي يهيمن عليه اليهود). ولذلك ليس من قبيل المصادفة دعمها لِإرهاب إسرائيل في ارتكاب جرائم الإبادة الجماعية في غزة، وإرسال 6 غواصات إلى شرق البحر الأسود. إن العلاقات بين الصين والولايات المتحدة، ومكانة الصين في النظام العالمي، موضوع كبير يحتاج إلى نقاش مفصل في مقال آخر.   و الأمر الأكثر إثارة للاهتمام هو أن الصين تقيم علاقات عميقة مع إيران الشيعية التي ستمزق العالم الإسلامي إلى نصفين. من هذا المنظورِ يمكننا القول إن الصين تحارب الإسلام بطرق متعددة، باعتبار أنها أيضاً خادمة للنظام العالمي   الصين والهند ينافسان الغرب في عدائهما للإسلام لا تقل الصين عداءً للإسلام عن إسرائيل. فمنذ عقود، تمارس الصين مجازر إبادة جماعية مُروّعة ضد المسلمين في تركستان الشرقية، دون أن يحرك أحد ساكنًا. إنه أمر مرعب حقًا لم تتأخر الهند أيضًا عن اللحاق بركب إسرائيل، حيث أعلن جنود هندوس استعدادهم للتطوع في الجيش الإسرائيلي لقتل المسلمين. بل إنهم عبّروا عن شعورهم بالسعادة لقتل المسلمين. فمن هي الهند؟   لقد بلغت كراهية الهند للإسلامِ حدًّا مخيفًا، حيث تمارس مجازر جماعية ضد المسلمين، ويُطردون من البلاد. لم تتطورالعلاقات العسكرية والتكنولوجية بين الهند وإسرائيل بعد، بينما تشهد الهند مجزرة مروعة ضخمة ضد المسلمين وهدمًا للمعالم التاريخية الإسلامية منذ أشهر. فقد هدمت الهند رسميًا مسجد بابري التاريخي الذي يعود تاريخه إلى سبعة قرون. وتمارس الهند مجازر جماعية ضد المسلمين، وتسعى لطردهم من البلاد. فأين يحدث هذا؟ في البلد الذي يمثل أكبر تجمع للمسلمين في العالم. هل رأيتم الآن كيف أن فكرة تقسيم الهند المسلمة وإقامة دول مستقلة مزعومة للمسلمين هي مجرد خطة بريطانية خبيثة؟ وفي هذا السياق، يثير قلقي بشكل كبيرٍ دور السيرِ محمد إقبال كصديق للبريطانيين في ترسيخ هذه الفكرة الانقسامية.   ولم تتردد الهند في دعم مجزرة إسرائيل في غزة نظرًا لكراهية الإسلام التي بلغت ذروتها في الهند، بل أرسلت جنودًا متطوعين لقتال المسلمين في إسرائيل. لقد فقد الهنود صوابهم في عدائهم للإسلام، وباتوا لا يفارقون الصين في هذا المجال.   الكفر ملة واحدة ما إن بدأت مجزرة غزة حتى سارع رئيس الولايات المتحدة بايدن إلى زيارة إسرائيل، وسارع رئيس وزراء بريطانيا الهندوسي سوناك إلى زيارة إسرائيل، وأعلن المستشار الألماني شولتزَ أن لإسرائيل الحق في الدفاعِ عن نفسها، وأن ألمانيا تقف إلى جانب إسرائيل، وأنها منعت تنظيم أي مظاهرات في جميعِ أنحاء البلاد دعماً للفلسطينيين، وسارعت رئيسة وزراءِ إيطاليا ميلوني إلى زيارة إسرائيل. لم تكتفِ جميع الدول الأوروبية وأمريكا والصين والهند بالصمت على مجازرِ الأطفالِ في غزة، بل أعلنوا دعمهم لإسرائيل، وبذلك أثبتوا أنهم قد ارتكبوا جريمة ضد الإنسانية وجريمة حرب. والخلاصة أن مجزرة غزة والإبادة الجماعية قد أثبتتا بكل وضوحٍ أن الكفر ملة واحدة.   نأمل أن تكون هذه الحقيقة الموجعة درسًا يوقظ المسلمين ويعيدهم إلى رشدهم. فبينما نحن نندب حظنا لعدم قدرتنا على إنقاذ غزة، قد تكون غزة هي من سينقذنا.
Ekleme Tarihi: 27 February 2024 - Tuesday

الصين.. من منافس للنظام العالمي إلى عبدٍ له

أربعة أشهر مرت على مجزرة غزة، ولا تزال المجزرة مستمرة، تصلنا صورها المروعة من هناك، بينما تدلي وزيرة المساواة والمرأة الإسرائيلية "ماي غولان" الدنيئة والمثيرة للاشمئزاز، بتصريح بمنتهى الوقاحة وبدون تردد تقول فيه "إنها فخورة لِتدمير غزة". لا يمكن اعتبار أمثال هؤلاء بشراً.

وعلى صعيد آخر، تواجه اقتراحات وقف إطلاق النار التي تقدمها إسرائيل في الأمم المتحدة رفضًا من قبل الولايات المتحدة، أحد الأعضاءِ الدائمين في مجلسِ الأمن. لا يمكن تصديق ما يحدث حقًا، يكاد المرء يفقد عقله من شدة الغضب.

لقد اتحد العالم فقط في ظلمه للمسلمين، وأثبتت غزة لنا مرة أخرى أن الكفر ملة واحدة، فالشرق والغرب قد توحدا في عدائهما للإسلام، حيث أثبت كل من المعسكر الغربي بقيادة الولايات المتحدة والمعسكر الشرقي بقيادة الصين والهند أنهم لن يترددوا في التعاون والعمل معاً لمحاربة الإسلام.

 

الصين.. من منافس للنظام العالمي إلى عبدٍ له

في عام 1992، نشر صاموئيل هنتنغتونَ مقالًا في مجلة "فورين أفيرز" بعنوان "صراع الحضارات". وفي هذا المقال ـ الذي حوله فيما بعد إلى كتاب ـ حذّر هنتنغتون من إمكانية تحالف الصين مع الإسلام ضد الغرب، ودعا إلى ضرورة منع حدوث ذلك.

لكن ما حدث هو أن الصين اندمجت في النظام الرأسمالي الليبرالي الجديد وأصبحت خادمة له، ، مما أجبرها على إنكار تجربتها الحضارية التي استمرت خمسة آلاف عام وبنت روح الصين. وفي النهاية لم تتمكن الصين من مقاومة الضغوط الرأسمالية، ورضخت لهيمنة الرأسمالية.

معذرةً، لكنني لا أستطيع وصف بعض "خبراء" العلاقات الدولية إلا بأنهم متخلفون ومرتزقة. فهم يُصرون على التحدث باستمرار عن حرب تجارية بين الصين والولايات المتحدة، بل وحتّى عن حرب عالمية ثالثة قد تقع بين الدولتين.

 

في الواقع، إن الحرب التجارية بين الصين والولايات المتحدة ضرورية لاستمرار وجود الرأسماليةِ، بل هي فرصة لا تفوت. فالرأسمالية تحافظ على وجودها وتعيد إنتاج نفسها من خلال هذه الصراعات الداخلية للنظام.

إن القول بأن الصين ستصبح منافسًا للولايات المتحدة هو إما جهل تام بما يجري، أو محاولة للتحدث باسم الآخرين والدفاع عنهم.

ولكن ما أريد تسليط الضوءَ عليه هنا هو أن الصين قد خضعت للنظام العالمي (الذي يهيمن عليه اليهود). ولذلك ليس من قبيل المصادفة دعمها لِإرهاب إسرائيل في ارتكاب جرائم الإبادة الجماعية في غزة، وإرسال 6 غواصات إلى شرق البحر الأسود.

إن العلاقات بين الصين والولايات المتحدة، ومكانة الصين في النظام العالمي، موضوع كبير يحتاج إلى نقاش مفصل في مقال آخر.

 

و الأمر الأكثر إثارة للاهتمام هو أن الصين تقيم علاقات عميقة مع إيران الشيعية التي ستمزق العالم الإسلامي إلى نصفين. من هذا المنظورِ يمكننا القول إن الصين تحارب الإسلام بطرق متعددة، باعتبار أنها أيضاً خادمة للنظام العالمي

 

الصين والهند ينافسان الغرب في عدائهما للإسلام

لا تقل الصين عداءً للإسلام عن إسرائيل. فمنذ عقود، تمارس الصين مجازر إبادة جماعية مُروّعة ضد المسلمين في تركستان الشرقية، دون أن يحرك أحد ساكنًا.

إنه أمر مرعب حقًا

لم تتأخر الهند أيضًا عن اللحاق بركب إسرائيل، حيث أعلن جنود هندوس استعدادهم للتطوع في الجيش الإسرائيلي لقتل المسلمين. بل إنهم عبّروا عن شعورهم بالسعادة لقتل المسلمين.

فمن هي الهند؟

 

لقد بلغت كراهية الهند للإسلامِ حدًّا مخيفًا، حيث تمارس مجازر جماعية ضد المسلمين، ويُطردون من البلاد.

لم تتطورالعلاقات العسكرية والتكنولوجية بين الهند وإسرائيل بعد، بينما تشهد الهند مجزرة مروعة ضخمة ضد المسلمين وهدمًا للمعالم التاريخية الإسلامية منذ أشهر. فقد هدمت الهند رسميًا مسجد بابري التاريخي الذي يعود تاريخه إلى سبعة قرون. وتمارس الهند مجازر جماعية ضد المسلمين، وتسعى لطردهم من البلاد.

فأين يحدث هذا؟ في البلد الذي يمثل أكبر تجمع للمسلمين في العالم.

هل رأيتم الآن كيف أن فكرة تقسيم الهند المسلمة وإقامة دول مستقلة مزعومة للمسلمين هي مجرد خطة بريطانية خبيثة؟ وفي هذا السياق، يثير قلقي بشكل كبيرٍ دور السيرِ محمد إقبال كصديق للبريطانيين في ترسيخ هذه الفكرة الانقسامية.

 

ولم تتردد الهند في دعم مجزرة إسرائيل في غزة نظرًا لكراهية الإسلام التي بلغت ذروتها في الهند، بل أرسلت جنودًا متطوعين لقتال المسلمين في إسرائيل.

لقد فقد الهنود صوابهم في عدائهم للإسلام، وباتوا لا يفارقون الصين في هذا المجال.

 

الكفر ملة واحدة

ما إن بدأت مجزرة غزة حتى سارع رئيس الولايات المتحدة بايدن إلى زيارة إسرائيل، وسارع رئيس وزراء بريطانيا الهندوسي سوناك إلى زيارة إسرائيل، وأعلن المستشار الألماني شولتزَ أن لإسرائيل الحق في الدفاعِ عن نفسها، وأن ألمانيا تقف إلى جانب إسرائيل، وأنها منعت تنظيم أي مظاهرات في جميعِ أنحاء البلاد دعماً للفلسطينيين، وسارعت رئيسة وزراءِ إيطاليا ميلوني إلى زيارة إسرائيل.

لم تكتفِ جميع الدول الأوروبية وأمريكا والصين والهند بالصمت على مجازرِ الأطفالِ في غزة، بل أعلنوا دعمهم لإسرائيل، وبذلك أثبتوا أنهم قد ارتكبوا جريمة ضد الإنسانية وجريمة حرب. والخلاصة أن مجزرة غزة والإبادة الجماعية قد أثبتتا بكل وضوحٍ أن الكفر ملة واحدة.

 

نأمل أن تكون هذه الحقيقة الموجعة درسًا يوقظ المسلمين ويعيدهم إلى رشدهم. فبينما نحن نندب حظنا لعدم قدرتنا على إنقاذ غزة، قد تكون غزة هي من سينقذنا.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

الأحداث العظيمة تصنع صحفيين عظماء، في غزة تلقينا مساعدة كبيرة من الشباب في شوارع غزة، حيث ساعدونا على أداء عملنا كأنهم صحفيون محترفون. مما سهل عملنا في الميدان.

لم يُعرف وائل الدحدوح للعالم بفضل مسيرته الصحفية فقط، بل عَرفه العالم أيضاً من خلال صموده في وجه العدوان الإسرائيلي على غزة، وما أظهره من ثبات ورباطة جأش في مواجهة فقدانه لعائلته وأحبائه خلال هذا العدوان. فقد استشهدت زوجته، وابنته، وولداه، وعدد كبير من أقاربه، لكنه لم ينكسر، ولم يفقد عزيمته على المقاومة. بل قام بأداء صلاة الجنازة على أفراد عائلته بنفسه، وبعد إصابته في يده اليمنى خلال أحد الهجمات الإسرائيلية، تم نقله إلى قطر لإجراء عملية جراحية. وهناك أجرت قناة الجزيرة مقابلة معه استغرقت ساعة وأربعين دقيقة، تحدث فيها عن تجربته المؤلمة. وحرصاً على إيصال صوته إلى الجمهور التركي، أود أن أشارككم بعض العبارات التي ركز عليها الدحدوح في مقابلته: ما يجري في غزة خارج الحسابات، وخارج احتمالات وتخيل البشر ربما، هذه الحرب ليست كمثيلاتها ولا كسابقاتها. هذه الحرب جسدت الصفات الحقيقية للجيش الإسرائيلي، كانت هناك وحشية لا سابق لها ولا حدود لها. مع الأسف كنا أحياناً نسير على بعض الأشلاء، لا يوجد كهرباء، ويوجد سيارات إطفاء وقد قامت ببعض الأعمال لإطفاء بعض الحرائق وما شابه ذلك، لكن مع الأسف وأنت تمشي تكون بعض الأشلاء تحت الأقدام. تسعون بالمئة من المشاهد ـ وإن لم يكن أكثر ـ لا يُسمح بتصويرها.   تلقيت خبر استشهاد زوجتي أثناء بث مباشر على الهواء. كنت أتحدث عن القصف العنيف الذي تعرضت له المنطقة التي تقطنها زوجتي وباقي عائلتي دون أن أعلم أنني أعلن عن مصير عائلتي للعالم. رن هاتفي أثناء البث، فسارع أحد أصدقائي الموجودين معي إلى أخذه من جيب قميصي والإجابة عليه. في تلك اللحظة، أدركت أن شيئا استثنائيا قد حدث. وبعد أن علمت بالخبر، سارعنا إلى التوجه إلى المنطقة بسيارة. كان المبنى قد دمر تماما. أذكر أنه عندما بدأت الحرب، ارتديت الملابس وذهبت باتجاه المكتب وقلت لهم، وطنوا أنفسكم إلى ثلاثة أشهر أو أربعة شهر، وخرجت ولم أعد، ولم أرهم إلا وهم شهداء. دمرت الطائرات الإسرائيلية منزلي في مدينة غزة بشكل متعمد ومباشر. واتصلوا بالناجين من أطفالي وهددوهم. كل ذلك كان بهدف إجباري على ترك العمل الصحفي والتوقف عن نقل الأحداث.   ولكنني مع كل خسارة، ازداد تمسكي بعملي. لأكون صريحا، كنت أعتقد أنني عشت لفترة أطول مما ينبغي، كانوا يستهدفون جميع أقاربي الواحد تلو الآخر، لكن كنت أنا المستهدف بشكل رئيسي. إن العمل كصحفي ومراسل في غزة هو من أصعب الأعمال في العالم. فأنت لا تعاني فقط من المشقات التي يعاني منها باقي الناس، بل تقع على عاتقك أيضا مسؤولية نقل الأحداث إلى العالم. وتشمل التحديات التي نواجهها: توظيف وتدريب الطواقم التقنية، وحماية الأجهزة أثناء الهجمات، والتنقل المستمر عند استهداف مكاتبنا، واتخاذ الاحتياطات اللازمة لمواجهة انقطاع التيار الكهربائي، وفقدان زملاء العمل… إلخ، كل ذلك يحمل الإنسان أعباء لا تطاق. الأحداث العظيمة تصنع صحفيين عظماء، في غزة تلقينا مساعدة كبيرة من الشباب في شوارع غزة، حيث ساعدونا على أداء عملنا كأنهم صحفيون محترفون. مما سهل عملنا في الميدان. لم يتوقع أحد نتائج أحداث 7 أكتوبر، ولم يتوقع أحد أيضا الوحشية التي أظهرتها إسرائيل بعد ذلك. حتى الذين نفذوا عملية "طوفان الأقصى" لم يتوقعوا أن يتمكنوا من تنفيذ عملية ناجحة ضد إسرائيل إلى هذا الحد. وقد عاش الصحابة أيضا مواقف مشابهة، فكانوا أحيانا يخططون لشيء ما، بينما كان الله يقدر شيئا آخر. قبل السابع من أكتوبر، كانت هناك قناعة عالمية بأن إسرائيل لا تُمس وأن جيشها قوي لا يقهر. ولكن اتضح جلياً أن كل ذلك كان مجرد أوهام. وأن هذا الجيش يمكن هزيمته، لقد بدأت اعتراضات قوية على مزاعم إسرائيل في جميع أنحاء العالم. وتحرر الناس من الأفكار المسبقة التي كانت تقيد تفكيرهم. واهتزت صورة إسرائيل بشكل كبير. وهذا مكسب هام على الرغم من كل صعوبات الحرب. وبدأ وعي كبير ينتشر في جميع أنحاء العالم العربي والإسلامي خاصة بين الشباب. حتى الأطفال أصبحوا يبحثون في تطبيقات على هواتفهم عن المنتجات المقاطعة التي تدعم إسرائيل، قبل شراء أي شيء ويتحققون من مصدر المنتجات بعناية. وعادت قضية فلسطين والقدس والمسجد الأقصى إلى صدارة اهتماماتهم. وهذا يذكرني بما حدث في عصر الانتفاضة الأولى عام 1987.
Ekleme Tarihi: 27 February 2024 - Tuesday

الأحداث العظيمة تصنع صحفيين عظماء، في غزة تلقينا مساعدة كبيرة من الشباب في شوارع غزة، حيث ساعدونا على أداء عملنا كأنهم صحفيون محترفون. مما سهل عملنا في الميدان.

لم يُعرف وائل الدحدوح للعالم بفضل مسيرته الصحفية فقط، بل عَرفه العالم أيضاً من خلال صموده في وجه العدوان الإسرائيلي على غزة، وما أظهره من ثبات ورباطة جأش في مواجهة فقدانه لعائلته وأحبائه خلال هذا العدوان. فقد استشهدت زوجته، وابنته، وولداه، وعدد كبير من أقاربه، لكنه لم ينكسر، ولم يفقد عزيمته على المقاومة. بل قام بأداء صلاة الجنازة على أفراد عائلته بنفسه، وبعد إصابته في يده اليمنى خلال أحد الهجمات الإسرائيلية، تم نقله إلى قطر لإجراء عملية جراحية. وهناك أجرت قناة الجزيرة مقابلة معه استغرقت ساعة وأربعين دقيقة، تحدث فيها عن تجربته المؤلمة. وحرصاً على إيصال صوته إلى الجمهور التركي، أود أن أشارككم بعض العبارات التي ركز عليها الدحدوح في مقابلته:

ما يجري في غزة خارج الحسابات، وخارج احتمالات وتخيل البشر ربما، هذه الحرب ليست كمثيلاتها ولا كسابقاتها. هذه الحرب جسدت الصفات الحقيقية للجيش الإسرائيلي، كانت هناك وحشية لا سابق لها ولا حدود لها.

مع الأسف كنا أحياناً نسير على بعض الأشلاء، لا يوجد كهرباء، ويوجد سيارات إطفاء وقد قامت ببعض الأعمال لإطفاء بعض الحرائق وما شابه ذلك، لكن مع الأسف وأنت تمشي تكون بعض الأشلاء تحت الأقدام. تسعون بالمئة من المشاهد ـ وإن لم يكن أكثر ـ لا يُسمح بتصويرها.

 

تلقيت خبر استشهاد زوجتي أثناء بث مباشر على الهواء. كنت أتحدث عن القصف العنيف الذي تعرضت له المنطقة التي تقطنها زوجتي وباقي عائلتي دون أن أعلم أنني أعلن عن مصير عائلتي للعالم. رن هاتفي أثناء البث، فسارع أحد أصدقائي الموجودين معي إلى أخذه من جيب قميصي والإجابة عليه. في تلك اللحظة، أدركت أن شيئا استثنائيا قد حدث. وبعد أن علمت بالخبر، سارعنا إلى التوجه إلى المنطقة بسيارة. كان المبنى قد دمر تماما.

أذكر أنه عندما بدأت الحرب، ارتديت الملابس وذهبت باتجاه المكتب وقلت لهم، وطنوا أنفسكم إلى ثلاثة أشهر أو أربعة شهر، وخرجت ولم أعد، ولم أرهم إلا وهم شهداء.

دمرت الطائرات الإسرائيلية منزلي في مدينة غزة بشكل متعمد ومباشر. واتصلوا بالناجين من أطفالي وهددوهم. كل ذلك كان بهدف إجباري على ترك العمل الصحفي والتوقف عن نقل الأحداث.

 

ولكنني مع كل خسارة، ازداد تمسكي بعملي. لأكون صريحا، كنت أعتقد أنني عشت لفترة أطول مما ينبغي، كانوا يستهدفون جميع أقاربي الواحد تلو الآخر، لكن كنت أنا المستهدف بشكل رئيسي.

إن العمل كصحفي ومراسل في غزة هو من أصعب الأعمال في العالم. فأنت لا تعاني فقط من المشقات التي يعاني منها باقي الناس، بل تقع على عاتقك أيضا مسؤولية نقل الأحداث إلى العالم. وتشمل التحديات التي نواجهها: توظيف وتدريب الطواقم التقنية، وحماية الأجهزة أثناء الهجمات، والتنقل المستمر عند استهداف مكاتبنا، واتخاذ الاحتياطات اللازمة لمواجهة انقطاع التيار الكهربائي، وفقدان زملاء العمل… إلخ، كل ذلك يحمل الإنسان أعباء لا تطاق.

الأحداث العظيمة تصنع صحفيين عظماء، في غزة تلقينا مساعدة كبيرة من الشباب في شوارع غزة، حيث ساعدونا على أداء عملنا كأنهم صحفيون محترفون. مما سهل عملنا في الميدان.

لم يتوقع أحد نتائج أحداث 7 أكتوبر، ولم يتوقع أحد أيضا الوحشية التي أظهرتها إسرائيل بعد ذلك. حتى الذين نفذوا عملية "طوفان الأقصى" لم يتوقعوا أن يتمكنوا من تنفيذ عملية ناجحة ضد إسرائيل إلى هذا الحد. وقد عاش الصحابة أيضا مواقف مشابهة، فكانوا أحيانا يخططون لشيء ما، بينما كان الله يقدر شيئا آخر.

قبل السابع من أكتوبر، كانت هناك قناعة عالمية بأن إسرائيل لا تُمس وأن جيشها قوي لا يقهر. ولكن اتضح جلياً أن كل ذلك كان مجرد أوهام. وأن هذا الجيش يمكن هزيمته، لقد بدأت اعتراضات قوية على مزاعم إسرائيل في جميع أنحاء العالم. وتحرر الناس من الأفكار المسبقة التي كانت تقيد تفكيرهم. واهتزت صورة إسرائيل بشكل كبير. وهذا مكسب هام على الرغم من كل صعوبات الحرب.

وبدأ وعي كبير ينتشر في جميع أنحاء العالم العربي والإسلامي خاصة بين الشباب. حتى الأطفال أصبحوا يبحثون في تطبيقات على هواتفهم عن المنتجات المقاطعة التي تدعم إسرائيل، قبل شراء أي شيء ويتحققون من مصدر المنتجات بعناية. وعادت قضية فلسطين والقدس والمسجد الأقصى إلى صدارة اهتماماتهم. وهذا يذكرني بما حدث في عصر الانتفاضة الأولى عام 1987.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

"Biden" and "Trump" is undoubtedly a handicap for American politics.

In the November elections, it was widely expected that Donald Trump, who ran for President under the Republican banner, secured a clear victory over his opponent Nikki Haley in the intra-party race by a margin of 20 points in his home state. Haley, who served two terms as Governor of South Carolina, received nearly 40% of the vote in her state, while Trump garnered 60%. Haley had previously won 43% of the vote in the New Hampshire primaries. Her relatively lower performance in her own state marks a significant loss of prestige for Haley. Trump has now triumphed over his opponents by double-digit margins in all four states where primaries have been held, including South Carolina. Several figures, including Mike Pence, who served as Vice President during Trump's presidency, and Ron DeSantis, the current Governor of Florida, had withdrawn from the race. Nikki Haley remained the last card in the hands of anti-Trump Republicans. However, Haley's decisive defeat at home seems to have extinguished all hopes for Centrist Republicans.   According to the rules of the primaries in the United States, candidates who lose to their intra-party rivals in their own states withdraw from the Presidential race. Haley did not do so and declared that she would fight to the end. Haley's decision to "continue the fight" means that Trump's campaign will continue to spend money on primaries. Trump's campaign team, however, wants Haley to withdraw immediately so that the funds can be entirely used against Biden. If Haley withdraws, the Republican Party's financial resources will be allocated to Trump.     Charles Koch, a billionaire businessman and one of the Republican Party's most important donors, had thrown his financial support behind Nikki Haley's campaign in the primaries. The "Americans for Prosperity Action Fund," funded by the Koch family, had poured millions of dollars into Haley's campaign. Following Trump's victory in the South Carolina primaries, the Koch-backed group suspended the funds it had provided to Haley's campaign. The "Koch Network" decided to redirect its financial resources to Congressional and Senate elections, resisting support for Trump.   The "Koch Network" had spent $500 million on Republican candidates in the 2020 elections. The "Koch Family" holds views contrary to those of Trump, particularly on issues such as migration and immigration. Therefore, the "Koch Network" worked to prevent Trump from becoming the Republican Presidential candidate in 2024. In a statement on "Truth Social," Trump described Charles Koch, whom he referred to as a "Globalist," and the "Koch Network," as foolishly squandering the money of many Republicans.   Senators play a vital role in blocking or supporting certain bills. Even one or two Senators acting outside party lines can change the direction of votes. This is why many billionaire businessmen consider focusing on Senate candidates in states to be less costly. For large corporations, businessmen, or lobbyists, having influence over one or more Senators in the Senate is therefore very important. The title chosen by the American writer Greg Palast for one of his books, "The Best Democracy Money Can Buy," is not without reason. It is also worth noting that young Democrats have fought hard to restrict donations to candidates.     March 5th, also known as "Super Tuesday," will see "primaries" or "intra-party elections" in 15 states. "Super Tuesday" is a crucial turning point for both Trump and Biden. Those who emerge successful from "Super Tuesday" almost certainly secure their Presidential nominations. "Super Tuesday" is also Nikki Haley's last chance. If she loses to Trump in these states, it is expected that Haley will withdraw as well.   It appears that Biden will be the Democratic candidate for President, while Trump will be the Republican candidate. In November 2024, two elderly politicians, one aged 82 and the other 78, will compete. This race is not just between two elderly men. In November 2024, two different visions for the future of an aging America will confront each other in this election.   The fact that neither party can produce better candidates than "Biden" and "Trump" is undoubtedly a handicap for American politics. On the other hand, the attention of America's rivals and allies is fully focused on the November elections. It is a separate matter whether America's entrenched political elites believe that the United States will remain the same as the world around it changes.
Ekleme Tarihi: 27 February 2024 - Tuesday

"Biden" and "Trump" is undoubtedly a handicap for American politics.

In the November elections, it was widely expected that Donald Trump, who ran for President under the Republican banner, secured a clear victory over his opponent Nikki Haley in the intra-party race by a margin of 20 points in his home state. Haley, who served two terms as Governor of South Carolina, received nearly 40% of the vote in her state, while Trump garnered 60%. Haley had previously won 43% of the vote in the New Hampshire primaries. Her relatively lower performance in her own state marks a significant loss of prestige for Haley.

Trump has now triumphed over his opponents by double-digit margins in all four states where primaries have been held, including South Carolina. Several figures, including Mike Pence, who served as Vice President during Trump's presidency, and Ron DeSantis, the current Governor of Florida, had withdrawn from the race. Nikki Haley remained the last card in the hands of anti-Trump Republicans. However, Haley's decisive defeat at home seems to have extinguished all hopes for Centrist Republicans.

 

According to the rules of the primaries in the United States, candidates who lose to their intra-party rivals in their own states withdraw from the Presidential race. Haley did not do so and declared that she would fight to the end. Haley's decision to "continue the fight" means that Trump's campaign will continue to spend money on primaries. Trump's campaign team, however, wants Haley to withdraw immediately so that the funds can be entirely used against Biden. If Haley withdraws, the Republican Party's financial resources will be allocated to Trump.

 

 

Charles Koch, a billionaire businessman and one of the Republican Party's most important donors, had thrown his financial support behind Nikki Haley's campaign in the primaries. The "Americans for Prosperity Action Fund," funded by the Koch family, had poured millions of dollars into Haley's campaign. Following Trump's victory in the South Carolina primaries, the Koch-backed group suspended the funds it had provided to Haley's campaign. The "Koch Network" decided to redirect its financial resources to Congressional and Senate elections, resisting support for Trump.

 

The "Koch Network" had spent $500 million on Republican candidates in the 2020 elections. The "Koch Family" holds views contrary to those of Trump, particularly on issues such as migration and immigration. Therefore, the "Koch Network" worked to prevent Trump from becoming the Republican Presidential candidate in 2024. In a statement on "Truth Social," Trump described Charles Koch, whom he referred to as a "Globalist," and the "Koch Network," as foolishly squandering the money of many Republicans.

 

Senators play a vital role in blocking or supporting certain bills. Even one or two Senators acting outside party lines can change the direction of votes. This is why many billionaire businessmen consider focusing on Senate candidates in states to be less costly. For large corporations, businessmen, or lobbyists, having influence over one or more Senators in the Senate is therefore very important. The title chosen by the American writer Greg Palast for one of his books, "The Best Democracy Money Can Buy," is not without reason. It is also worth noting that young Democrats have fought hard to restrict donations to candidates.

 

 

March 5th, also known as "Super Tuesday," will see "primaries" or "intra-party elections" in 15 states. "Super Tuesday" is a crucial turning point for both Trump and Biden. Those who emerge successful from "Super Tuesday" almost certainly secure their Presidential nominations. "Super Tuesday" is also Nikki Haley's last chance. If she loses to Trump in these states, it is expected that Haley will withdraw as well.

 

It appears that Biden will be the Democratic candidate for President, while Trump will be the Republican candidate. In November 2024, two elderly politicians, one aged 82 and the other 78, will compete. This race is not just between two elderly men. In November 2024, two different visions for the future of an aging America will confront each other in this election.

 

The fact that neither party can produce better candidates than "Biden" and "Trump" is undoubtedly a handicap for American politics. On the other hand, the attention of America's rivals and allies is fully focused on the November elections. It is a separate matter whether America's entrenched political elites believe that the United States will remain the same as the world around it changes.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

No matter how much knowledge and experience he had, he would draw inspiration from the weight of a campaign and concept by talking to hundreds of people

In recent times, there's a term we frequently encounter in the market: political communication expert. There used to be the title of researcher-writer. Individuals who published articles or wrote columns in any newspaper would often use this title, and it became quite widespread. However, as journalism itself became recognized as a distinct profession, the title of researcher-writer fell out of common use. Now, it's been replaced by the concept of 'political communicator.' Every profession has its own challenges. This profession requires knowledge, specialization, and experience. However, because it encompasses such a wide range of areas, individuals who lack expertise in many fields are unlikely to excel in political communication. I teach Public Opinion Research at Medipol University's Faculty of Communication. Occasionally, I discuss political communication topics with students. In one class, we discussed the campaigns of political parties up to the present with the students. In general elections, the old campaigns of the AK Party stood out more. There were hardly any campaigns highlighted related to local election campaigns. Only the promises of the Republican People's Party to the youth in the 2019 local elections remained memorable.   I've witnessed some interviews with political communicators and advertisers explaining how they helped Erdogan win elections. Essentially, there's intelligence, effort, and labor put into campaigns and advertisements. However, I believe it's mostly Erdogan who brings success. When the slogan "Turkey Century" emerged, I conducted a detailed analysis in Kriter magazine. It was a slogan that defined exactly where Turkey stood. However, when we received the text at the opening ceremony of the campaign, we realized that the text didn't quite reflect the magic of "Turkey Century." There was extraordinary excitement in the room as we read the text, and the participants were very excited about the "Turkey Century" brand being identified with the AK Party's 20-year success. The text was actually long. Each title alone didn't fully define the great aims of the Turkey Century. When Erdogan began reading the text at the campaign opening, the text gained its own magic, and each line and paragraph was reinterpreted.   When evaluating AK Party politics, President Erdogan injects his own will and vision into all his work, believing and getting excited about it. In this case, those who work on behalf of the AK Party in campaigns, advertising, or, in today's terms, political communication processes, are somewhat encouraged. Because whoever touches the product, regardless of its nature, enchants it and explains it to the Turkish society with belief. When you look at the previous election campaign, the campaign was mainly about Erdogan's speeches at rallies and the broad influence he had on the public. When it comes to local elections, of course, it requires different details. Each province has its own characteristics and accumulations. At the same time, the province has its own political leaders. Those accustomed to preparing campaigns for Erdogan are somewhat removed from processes that require much more direct competition, mobilization of all resources, and simultaneous movement of capabilities. Because a visit or rally by Mr. President in the weak areas of the AK Party can reverse the balances. For this reason, the AK Party has adopted the habit of leaving most of the burden to the president in local campaigns. AK Party advertisers and campaigners are more successful in campaigns aimed at gaining influence within the party than in campaigns against competitors… The late Erol Olçok was quite successful in his own advertising and campaigning. No matter how much knowledge and experience he had, he would draw inspiration from the weight of a campaign and concept by talking to hundreds of people. Sometimes we have exchanged ideas together before the election campaigns. Actually, a pioneering agency producing campaigns for the AK Party could have created dozens of smaller agencies behind it and trained them. There was no great effort in this regard yesterday, and we don't see a similar effort today either. Since leading agencies that produce AK Party campaigns mostly focus on what they do, there isn't much culture around them. In a research we conducted on voter behavior, during a campaign period, 6.5% to 8.5% of the voter base is affected by campaigns. When you distribute this across the entire spectrum of parties, you actually see that campaigns don't lead to very drastic changes. Nevertheless, after transitioning to a presidential system in our country, almost in some provinces, elections are almost won with a point in local administrations. In this context, the contribution of companies that understand the concept of political communication appropriately and manage campaigns in this way to politics cannot be denied.
Ekleme Tarihi: 27 February 2024 - Tuesday

No matter how much knowledge and experience he had, he would draw inspiration from the weight of a campaign and concept by talking to hundreds of people

In recent times, there's a term we frequently encounter in the market: political communication expert.

There used to be the title of researcher-writer. Individuals who published articles or wrote columns in any newspaper would often use this title, and it became quite widespread. However, as journalism itself became recognized as a distinct profession, the title of researcher-writer fell out of common use. Now, it's been replaced by the concept of 'political communicator.'

Every profession has its own challenges. This profession requires knowledge, specialization, and experience. However, because it encompasses such a wide range of areas, individuals who lack expertise in many fields are unlikely to excel in political communication.

I teach Public Opinion Research at Medipol University's Faculty of Communication. Occasionally, I discuss political communication topics with students. In one class, we discussed the campaigns of political parties up to the present with the students.

In general elections, the old campaigns of the AK Party stood out more.

There were hardly any campaigns highlighted related to local election campaigns.

Only the promises of the Republican People's Party to the youth in the 2019 local elections remained memorable.

 

I've witnessed some interviews with political communicators and advertisers explaining how they helped Erdogan win elections. Essentially, there's intelligence, effort, and labor put into campaigns and advertisements. However, I believe it's mostly Erdogan who brings success. When the slogan "Turkey Century" emerged, I conducted a detailed analysis in Kriter magazine. It was a slogan that defined exactly where Turkey stood. However, when we received the text at the opening ceremony of the campaign, we realized that the text didn't quite reflect the magic of "Turkey Century."

There was extraordinary excitement in the room as we read the text, and the participants were very excited about the "Turkey Century" brand being identified with the AK Party's 20-year success.

The text was actually long. Each title alone didn't fully define the great aims of the Turkey Century. When Erdogan began reading the text at the campaign opening, the text gained its own magic, and each line and paragraph was reinterpreted.

 

When evaluating AK Party politics, President Erdogan injects his own will and vision into all his work, believing and getting excited about it.

In this case, those who work on behalf of the AK Party in campaigns, advertising, or, in today's terms, political communication processes, are somewhat encouraged. Because whoever touches the product, regardless of its nature, enchants it and explains it to the Turkish society with belief. When you look at the previous election campaign, the campaign was mainly about Erdogan's speeches at rallies and the broad influence he had on the public.

When it comes to local elections, of course, it requires different details. Each province has its own characteristics and accumulations. At the same time, the province has its own political leaders.

Those accustomed to preparing campaigns for Erdogan are somewhat removed from processes that require much more direct competition, mobilization of all resources, and simultaneous movement of capabilities. Because a visit or rally by Mr. President in the weak areas of the AK Party can reverse the balances. For this reason, the AK Party has adopted the habit of leaving most of the burden to the president in local campaigns. AK Party advertisers and campaigners are more successful in campaigns aimed at gaining influence within the party than in campaigns against competitors…

The late Erol Olçok was quite successful in his own advertising and campaigning.

No matter how much knowledge and experience he had, he would draw inspiration from the weight of a campaign and concept by talking to hundreds of people. Sometimes we have exchanged ideas together before the election campaigns.

Actually, a pioneering agency producing campaigns for the AK Party could have created dozens of smaller agencies behind it and trained them. There was no great effort in this regard yesterday, and we don't see a similar effort today either. Since leading agencies that produce AK Party campaigns mostly focus on what they do, there isn't much culture around them. In a research we conducted on voter behavior, during a campaign period, 6.5% to 8.5% of the voter base is affected by campaigns. When you distribute this across the entire spectrum of parties, you actually see that campaigns don't lead to very drastic changes.

Nevertheless, after transitioning to a presidential system in our country, almost in some provinces, elections are almost won with a point in local administrations. In this context, the contribution of companies that understand the concept of political communication appropriately and manage campaigns in this way to politics cannot be denied.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.