Dün Halep’in düşüşünün 7’nci yıldönümüydü. 2012-2016 arasında, tam 4 yıl, 5 ay, 3 gün boyunca, bugün Gazze’de gördüğümüz manzaraların aynısı Halep’te yaşanmıştı. Rusya ve İran’ın desteklediği Suriye Baas rejimi tarafından sivil alanlar acımasızca bombalandı, halkın üzerine varil ve fosfor bombaları yağdırıldı, şehir ve kasabalarda uygulanan kuşatmalarla insanlar açlık ve salgın hastalıklarla kırdırıldı, ateşkeslerden sonra yerleşim birimleri tahliye edilirken sivillere saldırılar düzenlendi, ölüler toplu mezarlara gelişi güzel gömüldü… Geriye kalan en az 40 bin cesedin yanı sıra, coğrafyamızın en önemli şehirlerinden Halep, harabeye ve enkaza dönüştü.
Yaşananların arka planında, hem İran-Rusya-Suriye üçgeninde koordinasyonun sağlanması hem de sivillere yönelik yıldırma politikalarının tatbiki noktasında bir isim özellikle öne çıkıyordu: Kâsım Süleymanî. İran Dinî Lideri Âyetullah Ali Hamaney’e yakınlığıyla bilinen ve 1998’den beri İran Devrim Muhafızları-Kudüs Gücü Komutanı olarak görev yapan Süleymanî sadece çeşitli başkentler arasında mekik dokumuyor, aynı zamanda bizzat sahaya da inerek cepheleri dolaşıyor, farklı coğrafyalardan (Irak, Lübnan, Afganistan vb.) Halep’e taşınan Şiî savaşçılara moral ve motivasyon kazandırmaya çabalıyordu.
(Savaştan önce -kâhir ekseriyeti Sünnî olmak üzere- 2,5 milyonluk bir nüfusu bulunan Halep, sonrasında İran’ın kontrolündeki Şiî gruplar eliyle dinî ve demografik olarak yeniden dizayn edilecek, böylece yüzlerce yıldır Sünnî Müslüman dünyanın kavşak noktalarından biri olan Halep’e yeni bir ideolojik kimlik giydirme projesi uygulamaya konacaktı. Söz konusu proje, bugün hâlâ tüm hızıyla devam ediyor. Yakın gelecekte başımızı çevirip baktığımızda, karşımızda bambaşka bir Halep bulacağız.)
Kâsım Süleymanî, İran-Irak Savaşı (1980-1988) sırasında başladığı askerî kariyerine Lübnan ve Afganistan’da devam etmiş, ABD’nin 2001’de Afganistan’ı 2003’te de Irak’ı işgali sırasında İran’ın mezhep temelli kazanımlarının korunmasına odaklanmıştı. Süleymanî’nin komuta ettiği Kudüs Gücü’nün faaliyet göstermediği tek bölge vardı: Kudüs. Birçok noktada ülkesinin geleneksel siyasetinin dışına çıkan ve Ortadoğu’daki dengeleri hiçe sayan dönemin Amerikan Başkanı Donald Trump’ın emriyle 3 Ocak 2020 günü Bağdat Havaalanı civarında öldürüldüğünde, Kâsım Süleymanî yine ülkesinin menfaatleri için çıktığı bir bölge turu kapsamında, Lübnan’dan Irak’a dönüyordu.
Ortadoğu’daki çatışmalar ve yangınlar kendi topraklarına sırçamasın diye, etrafını mayın tarlalarıyla donatan ve Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen başkentlerinde fiilen kontrolü elinde bulunduran İran, tüm bu operasyonlarının başına Kâsım Süleymanî’yi yerleştirmişti. Ancak hem İran devlet katmanları içindeki acımasız rekabet hem de ABD’nin dümenine geçen patavatsız bir başkanın ani kararı, Süleymanî’nin sonunu getirdi.
Gelelim Hamas lideri İsmail Haniye’nin Kâsım Süleymanî’nin Tahran’daki cenazesinde kendisini “Kudüs şehidi” ilân etmesine ve Hamas-İran ilişkilerine…
1987’de Mısır kökenli Müslüman Kardeşler Teşkilâtı’nın Filistin kolu olarak sahneye çıkan Hamas’ın, yolun sonunda kendisini İran’ın gölgesinde bulması ve Tahran’dan gelen yardımlara muhtaç kalması, İslâm coğrafyasına hâkim olan siyasî dağınıklığın ve gelecek tasavvuru yokluğunun en çarpıcı göstergelerinden biridir. Müslüman dünya Hamas’a gerektiği şekilde sahip çıkabilse (bazı ülkeler “terör örgütü” olarak bile görüyor) ve onu İsrail’e karşı gerçekten desteklemiş olsa, Filistin topraklarındaki Siyonist işgal bu derecede pervasızlaşmaz, ayrıca İran’a Ortadoğu’da böylesine geniş bir faaliyet ve operasyon alanı açılmazdı. Bu kadar basit bir neticenin bile hesaplanamaması, bölgemiz adına gerçek bir talihsizliktir.
Bu sütunda zaman zaman yazdığım bir şeyi tekrarlayacağım:
Sünnî İslâm dünyasının, düşmanla mücadelede ciddi bir “kurmay akıl eksikliği” sorunu var. Kitleleri heyecanlandırıp konsolide edecek siyasî veya ideolojik bir çerçevenin olmayışı da, bir başka ciddi handikap. Coğrafyamızın kadîm şehirleri bir istilacıdan başka bir istilacıya sürekli el değiştirirken, kaçırılan fırsatlar ve heba edilen imkânlar, gelecekte bugünleri yazacak tarihçiler için arşivler ve kütüphaneler dolusu malzemeye dönüşüyor şu anda. İstikbalde yazılacak tarihin bugünkü pasif nesneleri olmak ise, her açıdan acı verici.