ABD-İsrail ile HAMAS arasındaki savaş iki ayı aştı.
Görünen odur ki, ABD’nin uzman-danışman askerlerinin denetiminde, sınırsız ve şartsız olarak İsrail’e verdiği çok çeşitli ölüm araçlarıyla süren bu savaş, yine ABD’nin ufuktaki seçimlerinde yeniden başkan adayı olan Biden’ın aleyhine dönme riskine kadar sürecek.
Muhtemelen bu risk belirdiğinde ancak ABD tarafından bitirilecek olan savaşı hangi menfur planların ve uygulamaların beklediği ise tamamen meçhul.
Gazze Savaşı’nda bugün itibariyle katledilen Filistinli sayısının yirmi bine ulaşması, yaklaşık iki buçuk milyon kişinin evsiz, aç ve biilaç olarak üç yüz altmış üç kilometre karelik bir alanda sıkışıp yardımsız ve yapayalnız kalması karşısında vicdanları kanayanların “Sadece laf üretiyoruz. Kimse Gazze’nin yaşadığı vahşete dur diyemiyor” şeklindeki haklı sızlanmaları ise giderek genel bir teamüle ve buna bağlı bir suçluluk, çaresizlik psikolojisi içinde ilgisizleşmeye doğru evriliyor.
Elbette ABD-İsrail’in hunharca bombaları altında parçalanmış çocuklarını kucaklarında taşıyan kadınların ve erkeklerin medyadaya düşen görüntülerini, hiçbir bilgi, vaaz, nasihat ve uzak geleceğe mahsus hiçbir vaat unutturma kabiliyetine sahip değil. Ve elbette ölen can, perişanlık içinde yardımsız ve yapayalnız kalan olan insan olunca, söz cinsinden söylenile bilebilecek her şey de kendiliğinden zait, gereksiz hatta absürt hâle geliveriyor.
Ancak bu fiili durum yine de ilgili Yahudilik-Hıristiyanlık ile İslam literatürleri arasındaki şu önemli farkı ortadan kaldırmadığı gibi sözün, konuşmanın ve yazmanın gerekliliğini de ortadan kaldırmıyor.
Şöyle ki, Mezopotamya’ya hükmedebilmek için Müslümanların varlığını ortadan kaldırmaya mahsus olan bu kesintisiz savaşta, katil ABD-İsrail ihtiyaç duyduğu meşrulaştırmayı, moral-motivasyonunu, önceki yazılarımızda da işlediğimiz üzere Antik-Tevrat’ın ve Hz. İsa mesellerinin planlı ve son tahlilde siyaset tanımlı tahrifinden elde ettikleri kutsal nitelemeli ve geçmişteki acıların hatırlanmasına göre kodlanmış metinler üzerinden sağlıyorlar.
İslam’daki ilgili literatür ise salt bir zaman kaydı olarak öne çıkarken, asıl yeni zamanların değerlendirilmesine, yeni şartların, olgu ve olayların doğru anlaşılmasına mahsus bir kapı değeri yükleniyor. Diğer bir ifadeyle Müslümanların kültüründe geçmiş ya da tarih gelecek için bir ağıt mekanizması üzerine kurulmuyor, bilakis geçmişi asıl geleceğin doğru inşası için bir laboratuvar olarak gören bir anlayışa göre şekilleniyor.
Bu farka göre ABD-İsrail’in vahşetlerini haklılaş-tırmaları için yeni bir şey söylemelerine gerek yok, onların yeni zamanı söz üzerinden değil katliam planlarının ve araçlarının iletilmesi üzerinden yürürken, Müslümanların yeni zamanı hem gerekli sözlerin pekişmesinden hem de onların zulümlerini bertaraf edebilmenin stratejik, teknik ve teknolojik yollarını aramaktan, oluşturmaktan geçiyor.
O halde, Müslümanlar için -yukarıda zikrettiğimiz minvaldeki- yaşanan mevcut acılar karşısında konuşmak pratikte bir yarar sağlamamakla birlikte, ilgili hafızanın harekete geçirilmesi, güncellenmesi ya da yeniden işaretlenmesi bakımından bir zorunluluk olarak beliriyor ve bu bağlamda oluşan şu haklı soru da doğru bir cevaba muhtaç bulunuyor:
Yahudiler ve Hıristiyanlar, Kudüs’te miladi 70 yılındaki Titus yıkımını bir intikam ve kan davasına dönüştürterek Ağlama Duvarı sembolizmiyle asla ve asla unutmayacaklar da Müslümanlar mı, -hadi uzak geçmişi de aşarak söyleyelim- onların son yüzyılda Filistin toprağındaki işgallerini, hırsızlıklarını ve daha genel bir söyleyişle menfur Siyonist planlarını hemen unutacaklar?
Müslümanlar acılarını putlaştırmazlar! Bu Hanifî Mezopotamya Akdi’nin de şartlarındandır. Ancak şimdi Siyasal Siyonist-Hıristiyanclılık ideolojisin bayrağı altında toplanan Yahudilerin ve Hıristiyanların İslam coğrafyasının genelinde Müslümanlara reva gördükleri zulümleri bir kan davasına dönüştürmek maksadıyla değil, defterleri henüz kapatılmamış hesaplar olarak zihinlerine işlemeleri ve o defterler kapatılıncaya kadar bunları konuşmaları, ders çıkartmak için incelemeleri, yeni nesillerine devretmeleri güçleri yeten, imkana sahip olan Müslümanlar için Farz-ı kifaye’dir.
Aksine bir tutum, Müslümanları güncelliğin tutsağı, medya haberlerinin kölesi hâline getirerek, inanç ve tarih şuurundan yoksun kılmakla kalmaz, bu tutsaklığa ve köleliğe karşı yapılan edilgen itirazların da asıl sorumlulukların yerine geçmesine, ferdi tatmin sanılarının içinde erimesine neden olur.
O halde Filistin meselesini, Kudüs’ü ve Gazze’yi konuşmayı, yazmayı Siyonizm’le mücadelenin etkili araçları olarak görmek ve sürdürmek zorundayız.