1978’de kurulan ve ilk silahlı eylemini 1984 yılında gerçekleştiren PKK, etnik-ayrılıkçı bir terör örgütüdür. 80’lerden bu yana terör üzerinden tartışılan PKK’nın sadece devlete ya da güvenlik bürokrasisine yönelik bir tehdit olmadığı açık. Örgütün özellikle kurulduğu bölgede, temsil iddiasını üstlendiği kitlelere yönelik çok yönlü şiddet politikaları sergilediği bilinmektedir. Nitekim bu tür terör örgütlerinin kendi etnisitesinin tek temsilcisi olma iddiasıyla diğer rakiplerini tedhiş yöntemiyle bertaraf ettiği gerçeği sabittir. Sol içi grupların hatıralarında da takip edileceği üzere PKK, örgüt içerisindeki farklılıklara ve örgüte alternatif olabilecek farklı gruplara yönelik katliamlar sergilemekten çekinmemiştir. Zaman zaman dağılmanın eşiğine gelen PKK’nın örgüt içi infaz yöntemini bir kültür olarak benimsediği ve bu yolla dağılmanın önüne geçmeye çalıştığı da bilinmektedir. Bu nedenle ilgili terör örgütü sadece güvenlik güçleri değil sivil halk ve temsil iddiasında bulunduğu Kürtlere yönelik baskı, şiddet ve terör eylemleri sergilemekten hiçbir zaman imtina etmemiştir.
Son yıllarda güvenlik bürokrasisinin başarılı operasyonları ve terörün sosyolojik nedenlerini ortadan kaldırmaya dönük devlet politikalarının terörle mücadelede kat ettiği mesafe ortada. Özellikle 7 Haziran 2015 Seçimleri sonrasında PKK eliyle üretilen “hendek terörü” döneminde gösterilen mücadele, örgütün dağılmasında önemli bir etki oluşturmuştur. Örgüte katılım ve operasyonel kapasitenin önemli ölçüde zayıfladığı PKK’da, dışarıda etkin olmak suretiyle güvenlik tehdidi olma potansiyelinin devam ettirilmeye çalışıldığı bilinmektedir. Bu bağlamda özellikle sınırlarımızın dışında muhtelif isimlerle kurduğu yeni örgütler farklı gerekçelerle meşrulaştırılmakta ve bu tehdit potansiyeli sürdürülmektedir. Bu nedenle sınır ötesinde farklı isim ve sıfatlarla kendisine meşruiyet üretmeye çalışan PKK ile mücadele Türkiye açısından uluslararası bir meseledir.
Geçtiğimiz günlerde İçişleri Bakanlığı’nı hedef alan PKK saldırısının medyadaki temsil biçimleri, terörle mücadelede medya alanının ne denli sorunlu olduğunu bir kez daha göstermiştir. Örneğin uluslararası bir medya kuruluşunun olayı haberleştirme biçimi, terör saldırısı ve olayı gerçekleştiren teröristler ile ilgili soru işaretleri uyandırmaktadır. Haberde terörist kelimesinin tırnak içerisine alınarak eyleme ilişkin farklı bir yaklaşım sergilenmeye çalışıldığı açık biçimde görülebilmektedir. Benzer bir eğilimin uzunca süredir Batı basınında sergilendiği ve PKK’nın Suriye kolu olan YPG’nin terörle mücadelede meşru bir aktör olarak konumlandırıldığı ve örgüte mensup kadınların bir tür “özgürlük savaşçısı” olarak kategorize edildikleri görülmektedir.
Bu anlamda özellikle sosyal medya üzerinden yoğun bir propaganda imkânı bulan terör örgütlerinin ürettiği dezenformasyonlar, ciddi bilgi kirliklerine neden olmaktadır. Terör örgütleri açısından bir tür “oksijen işlevi” gören medyatikleştirilme pratikleri, terörle mücadele anlamında yeni uygulamaların kaçınılmaz olduğunu da göstermektedir.
Bu anlamda başka bir yazının konusu olacak olan etnik terör örgütlerinin dünya örnekleri ve bu örgütlerle mücadele stratejilerinin karşılaştırmalı olarak incelenmesi Türkiye açısından elzemdir.