Türkiye Cumhûriyeti Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın merakla beklenen Soçi ziyâreti gerçekleşti. Erdoğan ile Putin, epey bir aradan sonra biraraya geldiler. Üç saatlik, hayli uzun sayılabilecek bir görüşmeydi bu. Taraflarca yapılan açıklamalar bu kadar uzun bir görüşmenin muhtevâsını kaldıracak cinsten değildi. Hem Erdoğan hem de Putin, usûlen, yüzeysel açıklamalarda bulundular. Anlaşılıyor ki, derin mevzularda, saatler boyu devâm eden bir görüşmede konuşulanlar iki liderin sır defterine yazıldı. Çok az şey dışarıya yansıtıldı. Bunun karşılıklı bir rıza birliğinin neticesi olduğunu, berâber kararlaştırıldığını zannediyorum.
İlk dikkât çeken husus, iki liderin de birbirlerine çok sıcak ve mültefit davranmalarıydı. Doğrusu, iki lider arasında esen havanın, bir kaç gelişmeye bakıp, Türkiye’nin seçimlerden sonra karârını verdiğini; fabrika ayarlarına geri dönüp, Rusya’yı tersleyip Batı’ya, NATO’ya yaslandığına; Türk-Rus ilişkilerinin balayı devrinin sona erdiğine hükmetmiş olan çevreleri bir hayli yadırgatan nitelikteydi. Hem Erdoğan hem Putin, Türk-Rus ilişkilerinin göstermiş olduğu performansın daha da ileri götürüleceğinden, hacim artışlarından bahsettiler. Şu çok berrak anlaşılıyor ki, Rusya ve Türkiye, kompartman siyâsetlerini devâm ettirmek husûsundaki azim ve kararlılıklarını yenilediler. Üstelik, seçimlerden sonra yaşanan bâzı çok kritik gelişmelere rağmen. Bunlardan ilki, Vilnius’da yapılan son NATO Zirvesi’nde, Türk tarafının İsveç’in NATO üyeliğine yeşil ışık yakması, NATO’daki konumunu kuvvetle vurgulaması ve AB hedefini tâzelemesiydi. Bunlar Rusya’nın dikkâtinden kaçmış olamaz. Rusya’nın, elbette nihâî tahlilde hiç hoşuna gitmeyecek olan bu tarz açıklamalara karşı son derecede soğukkanlı davranıp tepki vermemesi, nihâyetinde anlaşılır bir durumdur. Türkiye’nin bir NATO devleti olduğunu Ruslar biliyor. Tabiatıyla, Türkiye’de beklenecek olanların da mahdut olduğunun farkındalar. Bu sebeple NATO Zirvesi’nde Türkiye’nin açıkça Batı yanlısı bir söylem kullanmasını mesele etmediler.
Daha çarpıcı gelişme ise bundan sonra yaşandı. Zelenski Türkiye’yi ziyâret etti ve akabinde, savaş bitinceye kadar Türkiye’de ikâmet etmeleri şartıyla Rusya’nın Ukrayna’dan ayrılmasına izin verdiği ve azılı Nazi olan bir grup AZOV komutan, Türkiye’ni tek taraflı karârıyla Ukrayna’ya iade edildi. Bu, Rusya tarafından hazmedilmesi çok daha zor bir gelişmeydi. Evet, bir dizi kınayıcı açıklama ve Rus matbuatında çıkan ağır yazılara rağmen Rusya yine dudağını ısırıp, kısa zaman zarfında tepkilerini sönümlendirdi.
Rusya, Türkiye’nin ekonomik ve finansal zorluklarından dolayı Batı’ya meylettiğinin farkında. Rusya bu hususlarda Türkiye’ye destek de olmaktan geri kalmadı. Doğalgaz alacaklarını ertelemeleri, Türkiye’de Merkez Bankası’na fon kaydırmaları buna misâl olarak verilebilir. Dahası, Rusya’nın, ekonomisini şöyle böyle toparlamış olan Türkiye’den rahatsız olmayacağı; bu durumun Türkiye’yi daha bağımsız siyâsetler geliştirme kapasitesini arttıracağını bildiği âşikârdır.
Türkiye-Rusya ilişkilerinin çok tuhaf bir seyri var. Akdeniz’de ve Afrika’da iki devlet kafa kafaya gelmiş durumda. (Meselâ Erdoğan-Putin görüşürken İdlip civârında Rusya Türkiye’ye müzâhir ve onunla iltisaklı unsurlara bomba yağdırıyor; buna mukâbil SMO askerleri ve Türk topçusu Rusya’ya müzâhir ve onunla iltisaklı unsurları dövüyordu). Akdeniz ve Afrika’da, Türk-Rus ilişkilerinin rekâbet ve hattâ husûmet mertebesinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. (Öyle olması gerekmiyordu. Keşke öyle de olmasaydı). Ama mesele Karadeniz ve Orta Asya (Türkistan) olduğunda iklim tamâmen değişiyor. İki taraf da birbiriyle son derecede dengeli, anlayışlı bir siyâset gütmek husûsunda çok hassaslar. Türkiye, Rusya-Ukrayna savaşında bugüne kadar tarafsız kalmayı başardı. Montreaux’den gelen hakkı ve selâhiyetini kullanarak Karadeniz’i savaş gemilerine kapatması Rusya’yı son derecede rahatlattı. İki devlet, Tahıl Koridoru meselesinde, en azından Batı, denklemi bozuncaya kadar işbirliği yaptılar. Âzerbaycan-Ermenistan savaşı esnâsında, Ermenilerin ısrarla çağırmasına rağmen Rusya savaşa müdâhil olmadı. Bu da Türk tarafının işgâl edilen Karabağ topraklarının hatırı sayılır bir kısmını kurtarması için imkân yarattı.
Türkiye seçimlerden sonra sıkıntıya düştüğü ekonominin öncelikleri üzerinden siyâsal ve stratejik önceliklerini görece geri çekti. Kapılarını çaldığımız Atlantik dünyâsındaki finansal kaynaklarının ise böyle bir derdi yok. Onlar parayı vermek için Türkiye’nin çok daha fazla siyâsal ve stratejik tâviz vermesini; deyim yerindeyse teslim olmasını istiyorlar. İstedikleri, Türkiye’nin, Yunanistan’ın Akdeniz’de yaptığı gibi, Karadeniz ve Hazar’da Atlantik siyâsetlerinin kuklası olması. “Değilse para yok” demeye getiriyorlar. Bu işler mâhir para simsarlarının kapasitesini de aşıyor. Türkiye, çizgisini zorlayarak Batı’yla buzları eritmeye çalıştı. Ukrayna’ya bir derece daha yakın duracağımızı ima eden açıklamalarda bulunduk. Daha dramatik olarak, ABD Donanması’na âit en mütekâmil Gerald Ford uçak gemisi ile ABD’nin bizi F-35’den çıkarmasıyla esas fonksiyonları yara almış olan bizim TCG Anadolu gemisini ortak tatbikatta buluşturacak kadar centilmenlik sınırlarını zorladık. Bu tarz gayretlerin nâfile olduğunu, siyâsal ve stratejik bedelinin de çok ağır olduğunu düşünüyorum. Erdoğan da bunun farkına varmış olmalıdır ki, İngiltere’ye karşı derin bir hayâl kırıklığının izlerini taşıdığını düşündüğüm çok ağır bir açıklama yaptı. Fransa ve Almanya için Erdoğan’ın bu tarz çıkışlarına alışkınız. Ama İngiltere, Türkiye tarafından, hem de Cumhûrbaşkanı seviyesinde ilk defâ bu kadar açıktan eleştirildi. Ekonomisiyle darda olan Türkiye’nin Karadeniz ve Hazar siyâsetlerinin değişmesi için bir tazyike mâruz kaldığı anlaşılıyor. Soçi’de Erdoğan ve Putin, İngiltere husûsunda dertleştiyse hiç şaşırmam…