Yoğun göç ve ekonomik sorunların etkisiyle popülist bir momentte yaşadığımıza dair somut göstergeler söz konusu. Son dönemde Batı’da yükselişe geçen aşırı sağ ve popülizmin siyaset sahnesindeki performansı bu konudaki endişeleri artırmaktadır. Nitekim Hollanda, Almanya ve Fransa’da son yıllarda ivme kazanan aşırı sağ ve popülist partilerin kıta genelinde diğer ülkeleri etkilediği açık. Örneğin İsveç ve Finlandiya’da aşırı sağ siyaset etkisini artırırken İtalya’da Meloni iktidarı ortaya çıkmıştır. Marine Le Pen ve Wilders gibi figürlerin başlattığı bu eğilimin kıta genelinde bu kadar etkili olması, Avrupa’ya tekrar faşizmin gölgesinin düştüğü yönündeki yorumları da beraberinde getirmektedir. Avrupa’da merkeze doğru ilerleyen bu momentin siyasette yabancı karşıtlığı ve ırkçılık gibi temaların normalleşmesine hizmet ettiği ve siyasi yelpazedeki bütün partilerin de bu dalgadan yararlanmaya çalıştığı açık.
2010 yılının Aralık ayında başlayan ve kısa süre içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da etkisini gösteren demokratikleşme taleplerinin karşı devrimlerle kesintiye uğratılması, bölgesel denklemlerin farklılaşması sonucunu doğurmuştur. İran ve Rusya gibi aktörlerin Suriye’ye müdahaleleri ise Türkiye ve bölge ülkelerine yönelik ciddi bir göç dalgasını tetiklemiştir. Çeşitli gerekçelerle siyasetin konusu haline getirilen sığınmacılar,
2018 ve sonrasındaki bütün seçimlerin ana gündem maddeleri arasında yer almaktadır.
Sığınmacı ve yabancı karşıtlığı üzerinden kendisini konumlandıran bir partinin 14 Mayıs seçimlerinde hatırı sayılır bir oy alması ise Batı’da ivme kazanan popülist siyasetin Türkiye’de de alan bulmaya çalıştığını göstermektedir. Bahse konu parti ve Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın sığınmacıların yanı sıra son dönemde Arap turistleri içerisine alan bir dalgaya dönüştürdüğü ırkçı siyaseti, ciddi tepkilere yol açmaktadır. Batılı turistleri paranteze alan ve belirli bir ırkı hedef gösteren bu siyaset tarzı, her ne kadar başka bir yazının konusu olsa da Türkiye’de Araplara yönelik var olan algılar bu siyasetin daha rahat destek bulmasına da neden olmaktadır.
Sosyal medyada yoğun bir etkileşim alanı yaratarak yabancı karşıtı siyaseti ile gündemde kalmayı hedefleyen bu tutum, ilgili mecralarda bu söylemin artmasına neden olmaktadır. Manipülasyon amaçlı içerikleri sosyal medyada paylaşan söz konusu siyasetçinin bu tercihi, yabancılara yönelik algıların biçimlenmesinde doğrudan etkili olabilmektedir. Nitekim söz konusu sosyal medya etkileşimlerinin yorum kısımlarına bakıldığında nefret suçu kapsamına girebilecek ifadelerin var olduğu açık biçimde görülebilmektedir.
Sosyal ağların etkisiyle yaygınlaşan popülist ve aşırı sağ retoriğin kısa sürede kamusal alana intikal edebileceği gerçeği ise tedirgin edicidir. Öyle ki geçtiğimiz günlerde Faslı bir turistin kendisine sözlü bir ırkçı saldırı yapıldığı gerekçesiyle Türkiye’ye gelmeyin çağrısı yapması, Türkiye’nin hem kültürel kapsayıcılığı hem de ekonomik kazanımları açısından ciddi risklere neden olmaktadır. Son yıllarda turizm sektörünün cari açık başta olmak üzere bütün sektörlere yönelik pozitif etkisi düşünüldüğünde, yabancı karşıtı ve ırkçı tutumların Türkiye’nin ekonomi-politiği açısından da ciddi sorunlara neden olacağı açık.
Türkiye’nin tarihsel tecrübesi ve siyasi kültürü aşırı sağ ve popülist retoriğin ana akım olmasını engelleyici mahiyettedir. Fakat bu mahiyet, söz konusu siyasetin kendisine güç ve destek bulmasını engellemekten uzaktır. Hükümet sistemi modelinin küçük partileri önemli hale getirdiği bu ekosistemde benzer eğilimlerin güç kazanma ve hatta 14 Mayıs öncesinde olduğu gibi merkeze etki etme ihtimali de kuvvetlenmektedir. Nitekim 28 Mayıs’ta yapılan ikinci tur seçimlerinde neredeyse kilit bir aktör olarak konumuna gelen Özdağ’ın, ikili mutabakat metinleri ile elde edeceği Bakanlık ve kritik kurumların önemi göz önünde bulundurulduğunda, bahse konu siyasetin Türkiye açısından oluşturduğu tehdidin de boyutları da daha net anlaşılmış olacaktır.