pendik escort bayan
https://www.ozmenpc.com/masaustu-pc-oyuncu
ak
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

Seyyid Muhammed Raşid Erol Hazretleri

 Yakın tarihimizden bir Allah cc. dostunu tanıyalım inşaAllah... Allah cc. böyle veli kullarını başımızdan eksik etmesin. Amin. Seyyid Muhammed Raşid Erol Hazretleri Bağlıları arasında Seyda Hazretleri namıyla bilinen Eş-Şeyh Es-Seyyid Muhammed Raşid Erol (k.s.) Hazretleri 23.3.1930 tarihinde Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Siyanüs köyünde dünyayı şereflendirmişlerdir. Babası Gavsi Bilvanisi Seyyid Abdülhakim Hüseyni Hazretleri olup Nakşibendi büyüklerindendir. Dedeleri Seyyid Muhammed, Şeyh Muhammed Diyauudin Hazretlerinin halifelerindendir. Baba ve dedeleri ilim ve tarikat ehli olan Seyda Hazretleri evlâd-ı Resul olup Bilvanis seyyidlerindendir. Hazret-i Hüseyin'in (r.a.) soyundan geldiği için de "El-Hüseyni" denilmektedir. İlk tahsiline babasının yanında başlayarak yedi yaşında Kur'an-ı Kerim'i hatmetmiştir. Sonra Baykan müftüsü Molla Muhyiddin'den ilim tahsil etmiştir. Yöresindeki kıymetli âlimlerden sarf, nahiv, mantık, belagât gibi alet ilimlerinin yanında tefsir, hadis ve fıkıh gibi dinî dersleri de almıştır. 1968 yılında Nakşibendi halifesi olmuş, babasının 1972'de vefatıyla irşad görevini devralmış bu görevi kesintisiz yirmibir yıl devam ettirmiştir. Ahlâkı En belirgin vasfı sabır, tevazuu ve hilmdi. Kendisi hiçbir zaman hiç kimseye karşı kırıcı bir harekette bulunmamış, kimseye kin duymamıştır. Binlerce kişi etrafında pervane olurken kendisinde kibir ve kabalıktan eser görülmezdi. Şeriata aykırı olmadığı takdirde kimseye şunu yap veya yapma demezdi. Onun döneminde Menzil dergâhı adeta bir sehavet, uhuvvet ve ihlâs merkezi durumundaydı. Ondan etkilenen bağlıları birbirlerine kızmaz, en ufak kusurda özür ve helallik dilerlerdi. İnsanlar huzur ve kardeşlik içinde İslâm'ı öğrenmeye ve yaşamaya başlamışlardı. 16 Nisan 1991'de, Ramazan Bayramında sofilerle bayramlaştığı sırada böcek zehiri dolu şırıngayla suikasta uğrar. Orada bulunan doktorların müdahaleleriyle, Adıyaman'a kaldırılarak hayati tehlikeyi atlatır. Uzun süre ıztırap çeker ama olaydan sonra yakalanan adamdan hiçbir şekilde şikâyetçi olmaz. İlme teşviki Bir defasında şu uyarılarda bulunmuşlardır: "Ey Allah'ın kulları! Bir talebe yetiştirmek, bin kişiyi sofi yapmaktan efdaldir. Hele o talebe vârisü'l-enbiya olursa! Siz dininizi beldenizde bulunan en büyük, en muttaki âlimlerden öğreniniz. Herkesten fetva sormayın. Çünkü memlekette fetva verecek kimse çok azdır. İlimle meşgul olan kimse, dünyada en güzel iş ile meşgul oluyor. İlim olmadığı zaman cehalet olur. Cahilin ağabeyi de sofisi de hüsrandadır. Siz, Osmanlı'ya bakınız. Ne idi, ne oldu? Sultan Abdülhamid ârif-i billah idi. Başa geçer geçmez memlekette talebe yetiştirme seferberliği başlattı. Nakşibendi tarikatı medrese ve tekkeyi beraber yürütürdü. Hazret Muhammed Ziyauddin, Doğu cephesinde müridleri ve talebeleri ile savaşırken, bölüklerinin başka bir yere nakledilmesi icap etti. Gittikleri yerde müridler önce mutfak çadırını kurmaya başladı. Hazret çalışma mahalline gelince: "Talebelerin seslerini duymuyorum, bu ne çadırıdır?" diye sordu. Müridleri, mutfak çadırı olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Hazret, bu durumda savaşmaya gerek kalmadığını, düşman ile savaşmanın sebebinin ilâ-yı kelimetullah olduğunu ve bunun medreselerle ve talebe yetiştirmekle mümkün olabileceğini beyan etti. Hemen mutfak çadırının bozulup önce medrese çadırının kurulmasını, sonra diğer çadırların yerleştirilmesini emretti. Hazret, medrese çadırları kurulduktan sonra kalkıp savaşa devam etti." İrşad ve terbiyesi üç kesime hitap ediyordu: Birincisi, İslâm'ı hiç bilmeyen veyahut tamamen günahlara dalmış insanlar. Hazret bunlara tevbe telkin ederek onları İslâm ve iman dairesine çekerek, farzları yapmaya ve haramlardan kaçmaya sevk ediyordu. İkincisi, akidesi düzgün ama gafletle yaşayan mü'minleri velayet nuru ve zikir telkini ile amel-i salih işlemeye sevkedip ihlâs ve ibadetlerini, hizmet ve cihadlarını artırıyordu. Üçüncüsü, aşk ve muhabbet ehli, kabiliyetli Müslümanlara seyr ü sülûk yaptırarak ihsan derecesinde kâmil Müslüman yetiştiriyordu. Çoğu kez şöyle buyurmuşlardır: "Bu devirde bizler, tarikat hizmetinden çok, iman hizmeti görüyoruz. Eskiler, bir insanı farz borçlarını kazâ ve günlük vecibelerini edâ etmeden tarikata almazlardı. Ama günümüz böyle değildir." İrşadı Daha önceki büyük mürşidler gibi Seyda Hazretleri de ümmet-i Muhammed'in Allahü Teâlâya teveccüh yeri, ümit kapısı ve tevbe vesilesi idi. Hayatının yaklaşık yirmiiki senelik irşad vazifesi boyunca her gün yüzlerce, hafta sonlarında ve özel günlerde binlerce kişiye Allah adına tevbe veriyor, doğru yoldan ayrılmayacaklarına dair söz alıyordu. İrşadın ilk yıllarında tek tek tevbe verirken ileriki yıllarda kalabalık arttığından iki elinin uzatarak sığabildiği kadar insanlara gruplar halinde tevbeyle bey'at veriyordu. İkamet ettiği Adıyaman'ın Kahta kazasının Menzil köyü yerleşim yerlerinden uzakta olmasına rağmen insanların, Allah'ın yardımı ve fethi, Resulullah'ın bereket ve feyzi ile akın akın gelmesiyle devamlı kalabalık bir şehir görünümünde, şen ve hareketli idi. Sadece Türkiye'den değil, diğer İslâm ülkelerinden hatta Avrupa'dan gelerek tevbe edip, intisap edenler oluyordu. Hazret, Allahü Teâlânın kıyamete kadar açık tuttuğu tevbe kapısından kim gelirse, kılık kıyafetine, saçına başına değil, zahiren de olsa tevbe niyetine bakıyor, tevbe için diz çökme anlayış ve tevazusunu gösteren herkese el uzatarak, tevbe ettiriyordu. İsteyene zikrullah(gizli zikir) usulünce tarif ediliyordu. Görünürde herhangi bir kimseyi oraya çekecek cazibe olmadığı halde, insanların ona teveccühünü ve gruplar halinde tevbe edişini, daha güzel yaşamak için dine yönelişini görenlerin akılları hayrette kalıyordu. Zira, Hazret, bu davetini irşadını sözlü olarak değil, manevi bir cezbeyle yapıyordu. Onun yaşadığı hayat ve hal, Allah adına bütün meramını anlatmaya kafi geliyordu. Sevenlerinden Bir zat şöyle anlatmıştır: "Ben ellibeş yaşındayım. İslâm adına iki şey biliyorum; birisi Allahü Ekber, diğeri Bismillah. Hayatta işlemediğim günah kalmadı. Maddi yönden durumum çok iyi, amma hayattan hiç tad alamıyorum. Hind fakirlerine gitmeyi düşünüyorum. Bu zatı duydum yanına geldim. Ben de insanlar gibi gülmek, eğlenmek istiyorum. Ruhi sıkıntıdan dolayı perişan haldeyim. Beni bir gün Seyda Hazretlerinin huzuruna çıkardılar. O dedi ki: "Tevbe et, Allah her şeye kadirdir." Tevbe ettim ve akabinde namaza başladım. Üç ay içerisinde helali, haramı öğrendim. Ondan sonra da cezbeli sofilerin meclisinden ayrılmadım. Onlar ellerini bana değdirseler, bağırıp çağırsalar benim kalbime İlahi aşk ve muhabbet geliyor." Hakkındaki suçlamalar Kendisinden rahatsız olanlar, Allah düşmanları olmuştur. Hakkında mahkemelere duyurulan suç ve suçlamalar şunlardı: "Bu zat etrafında kalabalıkları topluyor!" "İnsanlar akın akın gelip ziyaret edip elini öpüyorlar!" "Herkese tevbe ettirip zikir öğretiyor!" "Milleti içki ve uyuşturucu gibi şeylerden tevbe ettirip TEKEL satışlarının düşmesine ve devletin zarar görmesine sebep oluyor!" Zor günler: 12 Eylül ve sürgünler 12 Eylül döneminde, Seyda Hazretleri hizmetinin en parlak dönemlerini yaşıyordu. 80'li yılların başında Türkiye'nin ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen insan seli, tabii ki, gözden kaçamazdı. Bu yüzden de sık aralıklarla Menzil'e baskınlar düzenlenir, her taraf didik didik aranır ve hiçbir şey olmamış gibi geri dönerlerdi. Yine bu aramaların birinde Menzil'in her tarafı kuşatma(!) altına alınmış, askerler her yanı sarmış arama yapıyorlardı. Askerlerden biri telsizle üstlerine şöyle dedi: "Komutanım, bu köyün sahibi o kadar çalışkan biri ki, bizden daha çok çalışıyor, etrafı arıyor..." Yine o günlerde sık sık Adıyaman' a ifade vermeye giderdi. Sorular hep bir öncekinin aynı olurdu. -Bu insanlar neden geliyor, ne yapıyorsunuz? Seyda Hazretleri: -Biz kimseye gelin demiyoruz, onlar kendileri geliyorlar, diyordu. 18 Temmuz 1983'ü oğlu Fevzeddin şöyle anlatıyor "Şevval ayının son günüydü. Yatsıdan sonra Seyda Hazretleri eve gelmişti. Biz de eve dönerken Adıyaman Emniyet Müdürü, Jandarma Alay Komutanı yardımcısı bizim evimizin avlusuna geldiler. Yanlarına gidip: "Hayırdır?" diye sordum. Dediler ki: "Muhammed Raşid Erol'u almaya geldik, bir ifadesi var, Adıyaman'a götüreceğiz." "Siz burada bekleyin, ben kendisine haber veririm." dedim. Gidip Seyda Hazretlerine durumu arz ettim, "Olur" dedi. Hazırlandı, beraber Adıyaman'a gittik. "Korkma Fevzeddin, çağrılışımızın sebebi ifade meselesi değil. Onu mecburi ikamete tabi tutacağız. Yanına alacağı eşyası varsa, ya da babanla gelecek biri varsa gelsin." dediler. Ben tekrar Adıyaman'dan Menzil'e döndüm, kardeşim Abdülgani'yi aldım, babamla beraber gönderdim. Dört gün boyunca kendisinden hiç haber alamadık, dördüncü gün basından öğrendik ki, Gökçeada'ya sürgüne götürmüşler. Gökçeada günleri Gökçeada'ya ilk geldiği sırlarda şöyle söylediler: "Ne gerek vardı bu kadar masrafa, bu kadar askere? Menzil'den ta Gökçeada'ya kadar bu kadar benzin masraf ettiler. Devletin bir bekçisi bana gelip kağıt gösterseydi, ben çoluğumu çocuğumu alıp arabama biner gelirdim." Seyda Hazretleri Gökçeada'da kaldığı iki yıl boyunca her gün emniyete gidip imza atıyordu. Bir gün polisler kendisine şöyle bir ricada bulundular: "Efendim siz yaşlısınız, hastasınız. Müsaade edin biz her gün defteri getirelim, evinizde imza atarsınız." Seyda Hazretleri buna karşı çıkarak şöyle derdi: "Hayır! Devletim bana emretmiş, ben her gün geleceğim." Polisler ısrar edince, "Hayır!" dedi yine. "Bırakın polisi, askeri, devletin bekçisi bile emretse ben yüz kilometre değil, bin kilometre de gelirim." Seyda Hazretlerinin üç yılı aşkın sürgün günleri, çileli bir dönemin şahitliğidir. Fakat bir gün dahi kendisinden ne devlete, ne şahıslara karşı hiçbir suçlama duyulmamış, bütün gücüyle sabır ve şükür ipine sarılmıştır. O dönemde devlet tarafından Seyda Hazretlerinin Türkiye üzerindeki barışçı etkisi dikkate alınmamıştır. Hassasiyeti Ankara'da bulunduğu bir günde, rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal, kendilerini Çankaya'ya davet etmiş, fakat Seyda Hazretleri: "Siz buraya gelirseniz devlet, ben oraya gelirsem İslâmiyet zarar görür." diyerek bu daveti adaba uygun olarak geri çevirmişlerdir. Vefatı 22 Ekim 1993 Cuma günü, Ankara Çankaya'da kaldığı oğlu Seyyid Fevzeddin'in evindedir. Cuma namazını Pursaklar'da kendi yaptırdığı camide kılmak için abdest almaya hazırlanır. Abdest almaya gideceği sırada, kapıda durup kısa bir süre etrafına göz gezdirerek nazarını ardında bırakıp odadan çıkar. Abdeste başladığı sırada şeker komasına girerek fenalaşır. Ambulansta oğlu Seyyid Fevzeddin'e teselli dolu gözlerle nazar edip ağzından kısık bir "Hayy" sesi ile Cenab-ı Hakk'a ebediyen kavuşur. Vefatından sonra, hakkında Vefatından sonra bütün Türkiye yasa bürünmüştür. Dönemin dinî hassasiyeti olan gazete ve dergilerinde hakkında çok olumlu yazılar kaleme alınmıştır. Fehmi Koru: "Küçücük bir köy, sırf o orada yaşıyor diye, ülkenin her tarafından gelen insanlarla dolup taşıyordu. Otobüslerle, otomobillerle gelenler, köydeki imkânlarla misafir ediliyor, doyuruluyor ve isteyen istediği kadar kalıp, istediği anda orayı terk ediyordu. Gelenlerin içinde kötü alışkanlıkları olan, içki ve kumardan kendilerini alamayanlar, Menzil'in manevi havasını teneffüs edince, o alışkanlıklarını terk ediyorlardı... Vaktiyle meyhane iken lokantaya çevrilmiş yerler gördüm Anadolu'da... Adlarını da "Menzil"e çevirmişlerdi... 12 Eylül askeri darbesinin en, baskıcı günlerinde, ülkeyi yöneten komutanlar Menzil'i de keşfetmişlerdi. Kimin aklına nereden geldiyse, Şeyh Raşid Erol'a zorunlu ikamet yeri olarak Gökçeada'yı seçmişti. Az kişinin yaşadığı, vaktiyle Rumlar tarafından iskan edilmiş bir adayı... İkametgâhı da, eğer yanlış bilmiyorsam, bir meyhanenin üstüydü. İnançlı bir insana yapılabilecek en büyük zulüm... Çeşitli sağlık sorunları bulunan Şeyh'in tedavisini de engelliyorlardı. Zorunlu ikamet ve tedavisinin engellenmesi bir yana, kendisini tanıyanlarla irtibatının kesilmesi daha da büyük bir zulümdü. Türkiye zor bir döneme girdi. Bu dönemde birlik ve beraberliğin çimentosu olacak manevi liderlere daha fazla ihtiyaç var. Seyyid Muhammed Raşid Erol, Adıyaman'ın Menzil köyünde, doğusu ve batısıyla bütün Anadolu'yu kepçeleyen böyle bir manevi önderdi." diye anlatmıştır, onun hizmetlerini. Altınoluk dergisinden Altınoluk dergisinde de önemli bir yazı çıkmıştır ve Hazretin birleştirici, bütünleştirici manevî yönünün ve hizmetinin görülmediğinden yakınılmıştır: "Doğu'nun farklı mânâlar yüklendiği bir zamanda Doğu'da yaşamasına rağmen ülkenin her yanından coşkulu bir gönül akımının hedef noktası olması, Türkiye için kurtuluşu işaret eden remizler taşır. Türkiye O'nu anlasaydı bunca sancıyı yaşamazdı eminiz. Çünkü böyle Allah dostları tıpkı bayrağını taşıdıkları Allah Resûlü gibi şahıslarında iklimleri, kavimleri, renkleri, sesleri, dilleri kardeş yaparlar. Menzil ikliminde Türk'ün Kürt'ün düşmanlığı yoktu. Öyleyse ülke bir Allah dostunun gönül ikliminde buluşsa dertsiz olurdu, sancısız olurdu. Bir başka ibret daha var ki, bu da insanımızdaki şahsiyet sarsıntısını tedavi edecek adresi gösteriyor: O İslâm'dır. O, İslâm'ın rahmet iklimini hayata taşıyan tasavvuf mektebidir." Bu ülkede dün de bugün de barışın, kardeşliğin, birliğin yegâne adresi İslâm'dır. SOHBETLERİNDEN İtikat ve iman Seyda Hazretleri itikadın tam olarak yerleşmesi, muhafazası ve kâmil hale ulaşması üzerinde hassasiyetle dururdu. Özel veya genel sohbetlerinde iman nimetinin büyüklüğü ve kıymetinin anlaşılmasını anlatır, şöyle buyururlardı: "İnsan biraz düşünecek olsa iman nimetinden daha büyük bir nimetin olmadığını hemen anlar. Zira iman, insanın ebedî cehennem azabından kurtulmasına vesiledir. İman öyle bir nimettir ki, batıdan doğuya kadar bütün dünya malından, hükümdarlığından, saltanatından daha faydalı ve makbul, paha biçilmez nadide bir incidir. Âlemlerin Rabbi insana bu nimeti nasip ve ihsan ettiğinden dolayı hassasiyetle muhafaza edilmeli, elden çıkmaması için azami gayret gösterilmelidir. Zira imanla şereflenmeyen kimse Allah korusun küfür üzerine son nefesini verir. Böyle kişiye ne peygamberin ne de evliyanın şefaati fayda verir. Öyle ise, insan akılsız değilse imanına en ufak bir leke getirmemeli, onda herhangi bir noksanlığın meydana gelmemesine dikkat etmeli, aşkla ve şevkle korumalıdır. Salih amele devamla birlikte günahlardan ve Allah'ın emirlerine karşı gelmekten kaçınmakla imanını takviye etmelidir. Zira insan imanını istikamet üzere kılmaya, kâmil hale getirmeye ancak taat ve ibadetle ulaşabilir. Allah dostları fenafillah makamına itikatlarının tam, imanlarının kâmil olması sebebiyle varmışlardır." Nefis Seyda Hazretleri, sohbetlerinde en çok nefis konusu üzerinde dururdu: "Nakşibendi yolunun bütün çalışmaları, evradı nefsi öldürmek ve yok etmek içindir. Nefis ölüp gittikten sonra her şey düzelmeye başlar. İnsanın evini yıkan en büyük düşmanı kişinin nefsidir. Onun için insanın kendinden haberi olmalı, nefsin tuzaklarına düşmemeye çalışmalıdır. Bir kimse ki, nefsini yener, zikirle letâifle nefsini ezer ortadan kaldırırsa, o zaman Allah'la o kimse arasında bir engel kalmaz. Nice çalışıp amelini tamamlayan kimse vardır ki, Allah'ın keremi ve ihsanı olmadığı için nefsini yok edememiştir. İnsanı helake götüren nefsidir. Firavun, Şeddat ve Karun'un nefisleri büyüdü büyüdü sonunda İlahlık davasına kalkıştı. Çünkü nefis, kendisinden üstün hiçbir varlığın bulunmasını istemez. Büyüyüp yükselecek bir şey kalmayınca -haşa- Allahlık davası etmeye başlar, haddini aşar, azgınlaşmış nefsinin iddiasına uyar." Dünya "Dünya adamlarından, dünyaya gönül bağlayanlardan aslandan kaçar gibi kaçılmalıdır. Dünya ehlinin toplandığı yerlerde Allah bahsi olmaz, dünya bahsi, dünya işi gıybet bulunur. Buralara devam edenlerin haya ve ahlâkı değişir, Allah'tan dünyaya dönerler. İnsan elinden geldiği kadar dünyaya gönül vermemeli, dünya ehlinin toplantılarına, sohbetlerine gönül vermemelidir. Çünkü zararı insanın dinine olur, faydası ise hiç yoktur. Toplantılarına gidenin Allah'a sevgisi kesilir, taat ve ibadeti azalır, kendisinde Allah aşkı kalmaz. Dünyanın insanı bozmaması için çok dikkat edilmelidir. Dünya işinde de çalışacağız, onu da terk etmeyeceğiz fakat ahirete zarar vermemesi için dikkat etmeliyiz. Dünya muhabbeti Allah muhabbetinden fazla olursa insan tehlikeye girer. Öyleyse Allah sevgisinin daha fazla olmasına dikkat etmeli, Allah düşüncesi kişinin kalbinde olmalı, insan daima Allahü Teâlânın rızasını gözetmeli ve tek gayesi Allah olmalıdır."
Ekleme Tarihi: 06 Ağustos 2023 - Pazar

Seyyid Muhammed Raşid Erol Hazretleri

 Yakın tarihimizden bir Allah cc. dostunu tanıyalım inşaAllah... Allah cc. böyle veli kullarını başımızdan eksik etmesin. Amin.

Seyyid Muhammed Raşid Erol Hazretleri

Bağlıları arasında Seyda Hazretleri namıyla bilinen Eş-Şeyh Es-Seyyid Muhammed Raşid Erol (k.s.) Hazretleri 23.3.1930 tarihinde Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Siyanüs köyünde dünyayı şereflendirmişlerdir. Babası Gavsi Bilvanisi Seyyid Abdülhakim Hüseyni Hazretleri olup Nakşibendi büyüklerindendir. Dedeleri Seyyid Muhammed, Şeyh Muhammed Diyauudin Hazretlerinin halifelerindendir. Baba ve dedeleri ilim ve tarikat ehli olan Seyda Hazretleri evlâd-ı Resul olup Bilvanis seyyidlerindendir. Hazret-i Hüseyin'in (r.a.) soyundan geldiği için de "El-Hüseyni" denilmektedir.

İlk tahsiline babasının yanında başlayarak yedi yaşında Kur'an-ı Kerim'i hatmetmiştir. Sonra Baykan müftüsü Molla Muhyiddin'den ilim tahsil etmiştir. Yöresindeki kıymetli âlimlerden sarf, nahiv, mantık, belagât gibi alet ilimlerinin yanında tefsir, hadis ve fıkıh gibi dinî dersleri de almıştır. 1968 yılında Nakşibendi halifesi olmuş, babasının 1972'de vefatıyla irşad görevini devralmış bu görevi kesintisiz yirmibir yıl devam ettirmiştir.

Ahlâkı

En belirgin vasfı sabır, tevazuu ve hilmdi. Kendisi hiçbir zaman hiç kimseye karşı kırıcı bir harekette bulunmamış, kimseye kin duymamıştır. Binlerce kişi etrafında pervane olurken kendisinde kibir ve kabalıktan eser görülmezdi. Şeriata aykırı olmadığı takdirde kimseye şunu yap veya yapma demezdi.

Onun döneminde Menzil dergâhı adeta bir sehavet, uhuvvet ve ihlâs merkezi durumundaydı. Ondan etkilenen bağlıları birbirlerine kızmaz, en ufak kusurda özür ve helallik dilerlerdi. İnsanlar huzur ve kardeşlik içinde İslâm'ı öğrenmeye ve yaşamaya başlamışlardı.

16 Nisan 1991'de, Ramazan Bayramında sofilerle bayramlaştığı sırada böcek zehiri dolu şırıngayla suikasta uğrar. Orada bulunan doktorların müdahaleleriyle, Adıyaman'a kaldırılarak hayati tehlikeyi atlatır. Uzun süre ıztırap çeker ama olaydan sonra yakalanan adamdan hiçbir şekilde şikâyetçi olmaz.

İlme teşviki

Bir defasında şu uyarılarda bulunmuşlardır:

"Ey Allah'ın kulları! Bir talebe yetiştirmek, bin kişiyi sofi yapmaktan efdaldir. Hele o talebe vârisü'l-enbiya olursa! Siz dininizi beldenizde bulunan en büyük, en muttaki âlimlerden öğreniniz. Herkesten fetva sormayın. Çünkü memlekette fetva verecek kimse çok azdır. İlimle meşgul olan kimse, dünyada en güzel iş ile meşgul oluyor. İlim olmadığı zaman cehalet olur. Cahilin ağabeyi de sofisi de hüsrandadır. Siz, Osmanlı'ya bakınız. Ne idi, ne oldu? Sultan Abdülhamid ârif-i billah idi. Başa geçer geçmez memlekette talebe yetiştirme seferberliği başlattı.

Nakşibendi tarikatı medrese ve tekkeyi beraber yürütürdü. Hazret Muhammed Ziyauddin, Doğu cephesinde müridleri ve talebeleri ile savaşırken, bölüklerinin başka bir yere nakledilmesi icap etti. Gittikleri yerde müridler önce mutfak çadırını kurmaya başladı. Hazret çalışma mahalline gelince: "Talebelerin seslerini duymuyorum, bu ne çadırıdır?" diye sordu. Müridleri, mutfak çadırı olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Hazret, bu durumda savaşmaya gerek kalmadığını, düşman ile savaşmanın sebebinin ilâ-yı kelimetullah olduğunu ve bunun medreselerle ve talebe yetiştirmekle mümkün olabileceğini beyan etti. Hemen mutfak çadırının bozulup önce medrese çadırının kurulmasını, sonra diğer çadırların yerleştirilmesini emretti. Hazret, medrese çadırları kurulduktan sonra kalkıp savaşa devam etti."

İrşad ve terbiyesi üç kesime hitap ediyordu:

Birincisi, İslâm'ı hiç bilmeyen veyahut tamamen günahlara dalmış insanlar. Hazret bunlara tevbe telkin ederek onları İslâm ve iman dairesine çekerek, farzları yapmaya ve haramlardan kaçmaya sevk ediyordu.

İkincisi, akidesi düzgün ama gafletle yaşayan mü'minleri velayet nuru ve zikir telkini ile amel-i salih işlemeye sevkedip ihlâs ve ibadetlerini, hizmet ve cihadlarını artırıyordu.

Üçüncüsü, aşk ve muhabbet ehli, kabiliyetli Müslümanlara seyr ü sülûk yaptırarak ihsan derecesinde kâmil Müslüman yetiştiriyordu.

Çoğu kez şöyle buyurmuşlardır: "Bu devirde bizler, tarikat hizmetinden çok, iman hizmeti görüyoruz. Eskiler, bir insanı farz borçlarını kazâ ve günlük vecibelerini edâ etmeden tarikata almazlardı. Ama günümüz böyle değildir."

İrşadı

Daha önceki büyük mürşidler gibi Seyda Hazretleri de ümmet-i Muhammed'in Allahü Teâlâya teveccüh yeri, ümit kapısı ve tevbe vesilesi idi. Hayatının yaklaşık yirmiiki senelik irşad vazifesi boyunca her gün yüzlerce, hafta sonlarında ve özel günlerde binlerce kişiye Allah adına tevbe veriyor, doğru yoldan ayrılmayacaklarına dair söz alıyordu. İrşadın ilk yıllarında tek tek tevbe verirken ileriki yıllarda kalabalık arttığından iki elinin uzatarak sığabildiği kadar insanlara gruplar halinde tevbeyle bey'at veriyordu.

İkamet ettiği Adıyaman'ın Kahta kazasının Menzil köyü yerleşim yerlerinden uzakta olmasına rağmen insanların, Allah'ın yardımı ve fethi, Resulullah'ın bereket ve feyzi ile akın akın gelmesiyle devamlı kalabalık bir şehir görünümünde, şen ve hareketli idi. Sadece Türkiye'den değil, diğer İslâm ülkelerinden hatta Avrupa'dan gelerek tevbe edip, intisap edenler oluyordu.

Hazret, Allahü Teâlânın kıyamete kadar açık tuttuğu tevbe kapısından kim gelirse, kılık kıyafetine, saçına başına değil, zahiren de olsa tevbe niyetine bakıyor, tevbe için diz çökme anlayış ve tevazusunu gösteren herkese el uzatarak, tevbe ettiriyordu. İsteyene zikrullah(gizli zikir) usulünce tarif ediliyordu.

Görünürde herhangi bir kimseyi oraya çekecek cazibe olmadığı halde, insanların ona teveccühünü ve gruplar halinde tevbe edişini, daha güzel yaşamak için dine yönelişini görenlerin akılları hayrette kalıyordu. Zira, Hazret, bu davetini irşadını sözlü olarak değil, manevi bir cezbeyle yapıyordu. Onun yaşadığı hayat ve hal, Allah adına bütün meramını anlatmaya kafi geliyordu.

Sevenlerinden

Bir zat şöyle anlatmıştır: "Ben ellibeş yaşındayım. İslâm adına iki şey biliyorum; birisi Allahü Ekber, diğeri Bismillah. Hayatta işlemediğim günah kalmadı. Maddi yönden durumum çok iyi, amma hayattan hiç tad alamıyorum. Hind fakirlerine gitmeyi düşünüyorum. Bu zatı duydum yanına geldim. Ben de insanlar gibi gülmek, eğlenmek istiyorum. Ruhi sıkıntıdan dolayı perişan haldeyim. Beni bir gün Seyda Hazretlerinin huzuruna çıkardılar. O dedi ki: "Tevbe et, Allah her şeye kadirdir." Tevbe ettim ve akabinde namaza başladım. Üç ay içerisinde helali, haramı öğrendim. Ondan sonra da cezbeli sofilerin meclisinden ayrılmadım. Onlar ellerini bana değdirseler, bağırıp çağırsalar benim kalbime İlahi aşk ve muhabbet geliyor."

Hakkındaki suçlamalar

Kendisinden rahatsız olanlar, Allah düşmanları olmuştur. Hakkında mahkemelere duyurulan suç ve suçlamalar şunlardı: "Bu zat etrafında kalabalıkları topluyor!"

"İnsanlar akın akın gelip ziyaret edip elini öpüyorlar!"

"Herkese tevbe ettirip zikir öğretiyor!"

"Milleti içki ve uyuşturucu gibi şeylerden tevbe ettirip TEKEL satışlarının düşmesine ve devletin zarar görmesine sebep oluyor!"

Zor günler: 12 Eylül ve sürgünler

12 Eylül döneminde, Seyda Hazretleri hizmetinin en parlak dönemlerini yaşıyordu. 80'li yılların başında Türkiye'nin ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen insan seli, tabii ki, gözden kaçamazdı. Bu yüzden de sık aralıklarla Menzil'e baskınlar düzenlenir, her taraf didik didik aranır ve hiçbir şey olmamış gibi geri dönerlerdi. Yine bu aramaların birinde Menzil'in her tarafı kuşatma(!) altına alınmış, askerler her yanı sarmış arama yapıyorlardı. Askerlerden biri telsizle üstlerine şöyle dedi: "Komutanım, bu köyün sahibi o kadar çalışkan biri ki, bizden daha çok çalışıyor, etrafı arıyor..."

Yine o günlerde sık sık Adıyaman' a ifade vermeye giderdi. Sorular hep bir öncekinin aynı olurdu.

-Bu insanlar neden geliyor, ne yapıyorsunuz?

Seyda Hazretleri:

-Biz kimseye gelin demiyoruz, onlar kendileri geliyorlar, diyordu.

18 Temmuz 1983'ü oğlu Fevzeddin şöyle anlatıyor

"Şevval ayının son günüydü. Yatsıdan sonra Seyda Hazretleri eve gelmişti. Biz de eve dönerken Adıyaman Emniyet Müdürü, Jandarma Alay Komutanı yardımcısı bizim evimizin avlusuna geldiler. Yanlarına gidip: "Hayırdır?" diye sordum. Dediler ki: "Muhammed Raşid Erol'u almaya geldik, bir ifadesi var, Adıyaman'a götüreceğiz." "Siz burada bekleyin, ben kendisine haber veririm." dedim. Gidip Seyda Hazretlerine durumu arz ettim, "Olur" dedi. Hazırlandı, beraber Adıyaman'a gittik.

"Korkma Fevzeddin, çağrılışımızın sebebi ifade meselesi değil. Onu mecburi ikamete tabi tutacağız. Yanına alacağı eşyası varsa, ya da babanla gelecek biri varsa gelsin." dediler.

Ben tekrar Adıyaman'dan Menzil'e döndüm, kardeşim Abdülgani'yi aldım, babamla beraber gönderdim. Dört gün boyunca kendisinden hiç haber alamadık, dördüncü gün basından öğrendik ki, Gökçeada'ya sürgüne götürmüşler.

Gökçeada günleri

Gökçeada'ya ilk geldiği sırlarda şöyle söylediler:

"Ne gerek vardı bu kadar masrafa, bu kadar askere? Menzil'den ta Gökçeada'ya kadar bu kadar benzin masraf ettiler. Devletin bir bekçisi bana gelip kağıt gösterseydi, ben çoluğumu çocuğumu alıp arabama biner gelirdim."

Seyda Hazretleri Gökçeada'da kaldığı iki yıl boyunca her gün emniyete gidip imza atıyordu. Bir gün polisler kendisine şöyle bir ricada bulundular:

"Efendim siz yaşlısınız, hastasınız. Müsaade edin biz her gün defteri getirelim, evinizde imza atarsınız."

Seyda Hazretleri buna karşı çıkarak şöyle derdi:

"Hayır! Devletim bana emretmiş, ben her gün geleceğim."

Polisler ısrar edince,

"Hayır!" dedi yine. "Bırakın polisi, askeri, devletin bekçisi bile emretse ben yüz kilometre değil, bin kilometre de gelirim."

Seyda Hazretlerinin üç yılı aşkın sürgün günleri, çileli bir dönemin şahitliğidir. Fakat bir gün dahi kendisinden ne devlete, ne şahıslara karşı hiçbir suçlama duyulmamış, bütün gücüyle sabır ve şükür ipine sarılmıştır. O dönemde devlet tarafından Seyda Hazretlerinin Türkiye üzerindeki barışçı etkisi dikkate alınmamıştır.

Hassasiyeti

Ankara'da bulunduğu bir günde, rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal, kendilerini Çankaya'ya davet etmiş, fakat Seyda Hazretleri:

"Siz buraya gelirseniz devlet, ben oraya gelirsem İslâmiyet zarar görür." diyerek bu daveti adaba uygun olarak geri çevirmişlerdir.

Vefatı

22 Ekim 1993 Cuma günü, Ankara Çankaya'da kaldığı oğlu Seyyid Fevzeddin'in evindedir. Cuma namazını Pursaklar'da kendi yaptırdığı camide kılmak için abdest almaya hazırlanır. Abdest almaya gideceği sırada, kapıda durup kısa bir süre etrafına göz gezdirerek nazarını ardında bırakıp odadan çıkar. Abdeste başladığı sırada şeker komasına girerek fenalaşır. Ambulansta oğlu Seyyid Fevzeddin'e teselli dolu gözlerle nazar edip ağzından kısık bir "Hayy" sesi ile Cenab-ı Hakk'a ebediyen kavuşur.

Vefatından sonra, hakkında

Vefatından sonra bütün Türkiye yasa bürünmüştür. Dönemin dinî hassasiyeti olan gazete ve dergilerinde hakkında çok olumlu yazılar kaleme alınmıştır.

Fehmi Koru: "Küçücük bir köy, sırf o orada yaşıyor diye, ülkenin her tarafından gelen insanlarla dolup taşıyordu. Otobüslerle, otomobillerle gelenler, köydeki imkânlarla misafir ediliyor, doyuruluyor ve isteyen istediği kadar kalıp, istediği anda orayı terk ediyordu. Gelenlerin içinde kötü alışkanlıkları olan, içki ve kumardan kendilerini alamayanlar, Menzil'in manevi havasını teneffüs edince, o alışkanlıklarını terk ediyorlardı... Vaktiyle meyhane iken lokantaya çevrilmiş yerler gördüm Anadolu'da... Adlarını da "Menzil"e çevirmişlerdi... 12 Eylül askeri darbesinin en, baskıcı günlerinde, ülkeyi yöneten komutanlar Menzil'i de keşfetmişlerdi. Kimin aklına nereden geldiyse, Şeyh Raşid Erol'a zorunlu ikamet yeri olarak Gökçeada'yı seçmişti. Az kişinin yaşadığı, vaktiyle Rumlar tarafından iskan edilmiş bir adayı... İkametgâhı da, eğer yanlış bilmiyorsam, bir meyhanenin üstüydü. İnançlı bir insana yapılabilecek en büyük zulüm... Çeşitli sağlık sorunları bulunan Şeyh'in tedavisini de engelliyorlardı. Zorunlu ikamet ve tedavisinin engellenmesi bir yana, kendisini tanıyanlarla irtibatının kesilmesi daha da büyük bir zulümdü. Türkiye zor bir döneme girdi. Bu dönemde birlik ve beraberliğin çimentosu olacak manevi liderlere daha fazla ihtiyaç var. Seyyid Muhammed Raşid Erol, Adıyaman'ın Menzil köyünde, doğusu ve batısıyla bütün Anadolu'yu kepçeleyen böyle bir manevi önderdi." diye anlatmıştır, onun hizmetlerini.

Altınoluk dergisinden

Altınoluk dergisinde de önemli bir yazı çıkmıştır ve Hazretin birleştirici, bütünleştirici manevî yönünün ve hizmetinin görülmediğinden yakınılmıştır:

"Doğu'nun farklı mânâlar yüklendiği bir zamanda Doğu'da yaşamasına rağmen ülkenin her yanından coşkulu bir gönül akımının hedef noktası olması, Türkiye için kurtuluşu işaret eden remizler taşır. Türkiye O'nu anlasaydı bunca sancıyı yaşamazdı eminiz. Çünkü böyle Allah dostları tıpkı bayrağını taşıdıkları Allah Resûlü gibi şahıslarında iklimleri, kavimleri, renkleri, sesleri, dilleri kardeş yaparlar. Menzil ikliminde Türk'ün Kürt'ün düşmanlığı yoktu. Öyleyse ülke bir Allah dostunun gönül ikliminde buluşsa dertsiz olurdu, sancısız olurdu.

Bir başka ibret daha var ki, bu da insanımızdaki şahsiyet sarsıntısını tedavi edecek adresi gösteriyor: O İslâm'dır. O, İslâm'ın rahmet iklimini hayata taşıyan tasavvuf mektebidir."

Bu ülkede dün de bugün de barışın, kardeşliğin, birliğin yegâne adresi İslâm'dır.

SOHBETLERİNDEN
İtikat ve iman

Seyda Hazretleri itikadın tam olarak yerleşmesi, muhafazası ve kâmil hale ulaşması üzerinde hassasiyetle dururdu. Özel veya genel sohbetlerinde iman nimetinin büyüklüğü ve kıymetinin anlaşılmasını anlatır, şöyle buyururlardı:

"İnsan biraz düşünecek olsa iman nimetinden daha büyük bir nimetin olmadığını hemen anlar. Zira iman, insanın ebedî cehennem azabından kurtulmasına vesiledir. İman öyle bir nimettir ki, batıdan doğuya kadar bütün dünya malından, hükümdarlığından, saltanatından daha faydalı ve makbul, paha biçilmez nadide bir incidir. Âlemlerin Rabbi insana bu nimeti nasip ve ihsan ettiğinden dolayı hassasiyetle muhafaza edilmeli, elden çıkmaması için azami gayret gösterilmelidir. Zira imanla şereflenmeyen kimse Allah korusun küfür üzerine son nefesini verir. Böyle kişiye ne peygamberin ne de evliyanın şefaati fayda verir. Öyle ise, insan akılsız değilse imanına en ufak bir leke getirmemeli, onda herhangi bir noksanlığın meydana gelmemesine dikkat etmeli, aşkla ve şevkle korumalıdır. Salih amele devamla birlikte günahlardan ve Allah'ın emirlerine karşı gelmekten kaçınmakla imanını takviye etmelidir. Zira insan imanını istikamet üzere kılmaya, kâmil hale getirmeye ancak taat ve ibadetle ulaşabilir. Allah dostları fenafillah makamına itikatlarının tam, imanlarının kâmil olması sebebiyle varmışlardır."

Nefis

Seyda Hazretleri, sohbetlerinde en çok nefis konusu üzerinde dururdu:

"Nakşibendi yolunun bütün çalışmaları, evradı nefsi öldürmek ve yok etmek içindir. Nefis ölüp gittikten sonra her şey düzelmeye başlar. İnsanın evini yıkan en büyük düşmanı kişinin nefsidir. Onun için insanın kendinden haberi olmalı, nefsin tuzaklarına düşmemeye çalışmalıdır.

Bir kimse ki, nefsini yener, zikirle letâifle nefsini ezer ortadan kaldırırsa, o zaman Allah'la o kimse arasında bir engel kalmaz. Nice çalışıp amelini tamamlayan kimse vardır ki, Allah'ın keremi ve ihsanı olmadığı için nefsini yok edememiştir.

İnsanı helake götüren nefsidir. Firavun, Şeddat ve Karun'un nefisleri büyüdü büyüdü sonunda İlahlık davasına kalkıştı. Çünkü nefis, kendisinden üstün hiçbir varlığın bulunmasını istemez. Büyüyüp yükselecek bir şey kalmayınca -haşa- Allahlık davası etmeye başlar, haddini aşar, azgınlaşmış nefsinin iddiasına uyar."

Dünya

"Dünya adamlarından, dünyaya gönül bağlayanlardan aslandan kaçar gibi kaçılmalıdır. Dünya ehlinin toplandığı yerlerde Allah bahsi olmaz, dünya bahsi, dünya işi gıybet bulunur. Buralara devam edenlerin haya ve ahlâkı değişir, Allah'tan dünyaya dönerler. İnsan elinden geldiği kadar dünyaya gönül vermemeli, dünya ehlinin toplantılarına, sohbetlerine gönül vermemelidir. Çünkü zararı insanın dinine olur, faydası ise hiç yoktur. Toplantılarına gidenin Allah'a sevgisi kesilir, taat ve ibadeti azalır, kendisinde Allah aşkı kalmaz. Dünyanın insanı bozmaması için çok dikkat edilmelidir. Dünya işinde de çalışacağız, onu da terk etmeyeceğiz fakat ahirete zarar vermemesi için dikkat etmeliyiz. Dünya muhabbeti Allah muhabbetinden fazla olursa insan tehlikeye girer. Öyleyse Allah sevgisinin daha fazla olmasına dikkat etmeli, Allah düşüncesi kişinin kalbinde olmalı, insan daima Allahü Teâlânın rızasını gözetmeli ve tek gayesi Allah olmalıdır."

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.