pendik escort bayan
https://www.ozmenpc.com/masaustu-pc-oyuncu
ak
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

İslam dünyasının kazançlı çıkacağı bir yola girebilir.

Türkiye ve Körfez ülkeleri arasında 2010 yılından beri devam eden, nispeten uzun sayılabilecek soğuk havaların ardından iki yıldır içine girilen yeni ilişkiler, en son Recep Tayyip Erdoğan’ın ziyaretiyle bölgede çok ciddi bir iyimser hava oluşturdu. Aslında bu iyimserlik için dünyanın başka herhangi bir yerinde yaşanan başka bir gelişmeye ihtiyaç yok. Özelde Türkiye ve Körfez ülkeleri arasında, genelde de bütün Arap dünyası arasında yaşanan her yakınlaşma, her yüksek düzeyli temas bu coğrafyada büyük bir hüsnü kabule, bir heyecana yol açar. 2010 yılından itibaren yaşanan gerilimlerin sebebi şu veya bu olsun, iki dünya arasında mesafelerin açılmasına sebep olduğunda bunun bütün negatif etkileri bilhassa Arap toplumlarında çok daha fazla hissediliyor. Erdoğan’ın en son Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde gördüğü hüsn-ü kabul ve teveccüh ve ardından ilan edilen işbirliği ve ortak yatırım planlarının boyutları uzun dönem uzak kalmış yakınların buluşmasını andırıyordu. Şu ifade abartılı olmaz sanırım: Türkiye Arap dünyasına bir adım yaklaştığında Arap dünyası en az 5 adım yaklaşmaya hazır. Batılı ülkelerinin bilhassa Körfez ülkeleriyle sahip oldukları büyük yatırım imkanları dolayısıyla her zaman çok yakın ilgilendikleri malum. Bu yatırımları çekmek, çekmiş oldukları yatırımları ellerinde tutmak için çok titiz bir siyasi, ekonomik, kültürel diplomasi yürütüyorlar. Erdoğan’ın ziyaretiyle birlikte gündeme gelen yatırımların hacminin Avrupa’da ayrıca dikkatleri celbetmiş olduğu muhakkak. Tekrarlayalım, Türkiye ve Körfez ülkeleri arasında bir yakınlaşma ve işbirliği fırsatları aramak için aralarındaki en doğal, tarihsel, kültürel kopmaz bağlardan başka bir gerekçeye ihtiyaç yok. Bu tarihsel ve kültürel bağlar Türkiye ve Körfez ülkelerinin kendi aralarında aslında şimdikinden çok daha yoğun ve güçlü bir işbirliği içinde olmasını gerektiriyordu. Ancak yine belki yakın ve malum tarihsel şartlar dolayısıyla ilişkiler hep bir gel-git seyri içinde oldu. I. Dünya Savaşından sonra, yenilmiş olmanın sonucunda aramıza adeta bir ceza olarak konulan coğrafi sınırlardan daha fazlası ve daha kötüsü zihinlerimize ekilen sınırlar ve engeller olmuştur. Bu zihinsel engelleri her iki ülkenin kendi insanının savunması mümkün değil. Türklerle Arapların birbirine uzaklaşmasını savunan ne kendini bilen bir Türk ne de kendini bilen bir Arap olabilir. Her iki kavim zaten yüz yıl önce birdi, tekti, kopmaz bir bütündü. Şimdi yüz yıl önce aramıza konulan sınırlarla iki kavim haline gelmiş durumdayız. Bu fiili bir durumdur ve elbette bu tarihsel fiili durumlar görmezden gelinemez.   Ancak bu fiili durumlar yine de bir kader değildir ve dünyada herkesin kendi çıkarlarını her vesilede ve her fırsatta aradığı durumlarda, aramızdaki tarihsel bağların oluşturduğu büyük fırsatlar da görmezden gelinemez. Her yakınlaşma girişiminde bizde hemen nükseden anti-Arap söylemlerin milli bir tarafı olamaz. Osmanlı’yı kim yıktıysa, Türkiye’ye Sevr’i kim dayatmak istediyse bu söylemler de onların eseridir. Bu söylemleri bugün dillendirenler de o ihanetten uzak değiller. ABD, Rusya, Çin ve AB ülkelerinin bütün dünyada yeni dengeler arayışı içinde olduğu bir durumda İslam dünyasının farklı ülkelerinin veya ittifaklarının bugün bütün bu dengeler arasında pasif bir tercih olarak kalması koca bir İslam dünyasına yakışan bir durum değildir. 2 milyara yaklaşan nüfuslarıyla Müslüman dünyanın bu denge arayışlarında daha aktif olma fırsatlarını defalarca yakalamış olduğu muhakkak. Geçmişte denge arayışlarında İslam dünyasının dengenin herhangi bir tarafına talip olmaması belki kendi içindeki bu bölünmüşlükten kaynaklanıyordu. Aralarına zihinsel olarak konulmuş olan sınırlar dengelerin sahiplerinin lehine işliyordu. Bugün çok farklı bir konjonktür var ve hem Körfez ülkeleri kendi başlarına birer denge unsuru hem de Türkiye. Birlikte ise çok daha büyük bir denge unsuru oluşturmaları çok daha yakın bir ihtimal. Bu tür tartışmalar ve değerlendirmeler bilhassa Erdoğan’ın ziyareti sonrası Arap entelektüelleri ve siyasal çevreleri tarafından da yapılıyor. aljazeera.net’te yazan Mahmud Alluş bu ziyaretin oluşturduğu atmosferde “Körfez ve Türkiye Ortadoğu’yu nasıl değiştirebilir?” diye soruyor mesela. Alluş Arap kamuoyunda uyanan ve sıkça dillendirilen bir beklentiyi ifade ederek soruyor sorusunu. Yani Türkiye ve Körfez ülkeleri arasındaki ilişkiler sadece kendi aralarındaki ticaret hacminin artmasıyla sınırlı kalmaz, Ankara ve Körfez işbirliği Ortadoğu’da topyekûn bir ekonomik, sosyal ve siyasi değişimlere yol açabilir. Aralarında şimdiye kadar eksik olan diyalog gerçekleştiğinde birbirleriyle rekabet içinde oldukları ve bu rekabetten dolayı gereksiz here herkesin kaybettiği alanlarda herkesin kazanacağı bir düzenin tesisi mümkün olabilir. Suriye, Libya, Yemen, Akdeniz, Kuzey ve Orta Afrika’nın birçok bölgesinde yaşanan ve neticesinde herkesin kaybına yol açan istikrarsızlıklar bu yolla ortak bir çözüm arayışı ve işbirliği ile başta halklarının, sonra bütün bir İslam dünyasının kazançlı çıkacağı bir yola girebilir. Esasen iyi niyetli bir diyalog yoluyla çözülemeyecek bir sorun yoktur. Arap ve Türk dünyasının bu karşılıklı iyi niyeti taşıması için haddinden fazla nedeni vardır.   Türkiye Körfez ile yakınlaşırken ve bu yolla oluşan yeni ittifaklar aslında onun Avrupa’dan veya ABD ile, hatta Rusya ile olan angajmanlarından kopmasını gerektirmiyor. Esasen talep edilen şey istikrar ise ikisi arasında bir tercih yapmadan bunu yapabilmek önemlidir ki, Türkiye bunu yapabilen nadir bir ülkedir. Erdoğan liderliği altında böyle tarihsel ve istisnai bir pozisyonu kazanmış olan Türkiye bu açıdan güçlü ve alternatif bir ittifak için de büyük bir fırsattır. Tam bu noktada Türkiye’de son zamanlarda rastladığımız, muhtemelen Arap dünyasından da yakından ve kaygıyla izlenen “yabancı düşmanlığı” ve “Arap karşıtı” söylemler tam da bu ittifaka karşı haince bir sabotaj girişimi olarak değerlendirilmelidir. Bu yakınlaşma girişimlerine karşı sabote edici suikastlar sürpriz sayılmamalı. Bunlar ne Türk halkının ne de Türk hükümetinin onayladığı hareketler veya söylemler değil. Her atılımda ve açılımda Türkiye’nin karşısına çıkarılan terör operasyonları gerçeğine aşınadır Türk halkı. Bunları da o kabilden görmek gerekir.
Ekleme Tarihi: 02 Ağustos 2023 - Çarşamba

İslam dünyasının kazançlı çıkacağı bir yola girebilir.

Türkiye ve Körfez ülkeleri arasında 2010 yılından beri devam eden, nispeten uzun sayılabilecek soğuk havaların ardından iki yıldır içine girilen yeni ilişkiler, en son Recep Tayyip Erdoğan’ın ziyaretiyle bölgede çok ciddi bir iyimser hava oluşturdu.

Aslında bu iyimserlik için dünyanın başka herhangi bir yerinde yaşanan başka bir gelişmeye ihtiyaç yok. Özelde Türkiye ve Körfez ülkeleri arasında, genelde de bütün Arap dünyası arasında yaşanan her yakınlaşma, her yüksek düzeyli temas bu coğrafyada büyük bir hüsnü kabule, bir heyecana yol açar. 2010 yılından itibaren yaşanan gerilimlerin sebebi şu veya bu olsun, iki dünya arasında mesafelerin açılmasına sebep olduğunda bunun bütün negatif etkileri bilhassa Arap toplumlarında çok daha fazla hissediliyor. Erdoğan’ın en son Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde gördüğü hüsn-ü kabul ve teveccüh ve ardından ilan edilen işbirliği ve ortak yatırım planlarının boyutları uzun dönem uzak kalmış yakınların buluşmasını andırıyordu. Şu ifade abartılı olmaz sanırım: Türkiye Arap dünyasına bir adım yaklaştığında Arap dünyası en az 5 adım yaklaşmaya hazır.
Batılı ülkelerinin bilhassa Körfez ülkeleriyle sahip oldukları büyük yatırım imkanları dolayısıyla her zaman çok yakın ilgilendikleri malum. Bu yatırımları çekmek, çekmiş oldukları yatırımları ellerinde tutmak için çok titiz bir siyasi, ekonomik, kültürel diplomasi yürütüyorlar. Erdoğan’ın ziyaretiyle birlikte gündeme gelen yatırımların hacminin Avrupa’da ayrıca dikkatleri celbetmiş olduğu muhakkak.
Tekrarlayalım, Türkiye ve Körfez ülkeleri arasında bir yakınlaşma ve işbirliği fırsatları aramak için aralarındaki en doğal, tarihsel, kültürel kopmaz bağlardan başka bir gerekçeye ihtiyaç yok. Bu tarihsel ve kültürel bağlar Türkiye ve Körfez ülkelerinin kendi aralarında aslında şimdikinden çok daha yoğun ve güçlü bir işbirliği içinde olmasını gerektiriyordu. Ancak yine belki yakın ve malum tarihsel şartlar dolayısıyla ilişkiler hep bir gel-git seyri içinde oldu.
I. Dünya Savaşından sonra, yenilmiş olmanın sonucunda aramıza adeta bir ceza olarak konulan coğrafi sınırlardan daha fazlası ve daha kötüsü zihinlerimize ekilen sınırlar ve engeller olmuştur. Bu zihinsel engelleri her iki ülkenin kendi insanının savunması mümkün değil. Türklerle Arapların birbirine uzaklaşmasını savunan ne kendini bilen bir Türk ne de kendini bilen bir Arap olabilir. Her iki kavim zaten yüz yıl önce birdi, tekti, kopmaz bir bütündü. Şimdi yüz yıl önce aramıza konulan sınırlarla iki kavim haline gelmiş durumdayız. Bu fiili bir durumdur ve elbette bu tarihsel fiili durumlar görmezden gelinemez.
 
Ancak bu fiili durumlar yine de bir kader değildir ve dünyada herkesin kendi çıkarlarını her vesilede ve her fırsatta aradığı durumlarda, aramızdaki tarihsel bağların oluşturduğu büyük fırsatlar da görmezden gelinemez. Her yakınlaşma girişiminde bizde hemen nükseden anti-Arap söylemlerin milli bir tarafı olamaz. Osmanlı’yı kim yıktıysa, Türkiye’ye Sevr’i kim dayatmak istediyse bu söylemler de onların eseridir. Bu söylemleri bugün dillendirenler de o ihanetten uzak değiller.
ABD, Rusya, Çin ve AB ülkelerinin bütün dünyada yeni dengeler arayışı içinde olduğu bir durumda İslam dünyasının farklı ülkelerinin veya ittifaklarının bugün bütün bu dengeler arasında pasif bir tercih olarak kalması koca bir İslam dünyasına yakışan bir durum değildir. 2 milyara yaklaşan nüfuslarıyla Müslüman dünyanın bu denge arayışlarında daha aktif olma fırsatlarını defalarca yakalamış olduğu muhakkak. Geçmişte denge arayışlarında İslam dünyasının dengenin herhangi bir tarafına talip olmaması belki kendi içindeki bu bölünmüşlükten kaynaklanıyordu. Aralarına zihinsel olarak konulmuş olan sınırlar dengelerin sahiplerinin lehine işliyordu. Bugün çok farklı bir konjonktür var ve hem Körfez ülkeleri kendi başlarına birer denge unsuru hem de Türkiye. Birlikte ise çok daha büyük bir denge unsuru oluşturmaları çok daha yakın bir ihtimal.
Bu tür tartışmalar ve değerlendirmeler bilhassa Erdoğan’ın ziyareti sonrası Arap entelektüelleri ve siyasal çevreleri tarafından da yapılıyor. aljazeera.net’te yazan Mahmud Alluş bu ziyaretin oluşturduğu atmosferde “Körfez ve Türkiye Ortadoğu’yu nasıl değiştirebilir?” diye soruyor mesela. Alluş Arap kamuoyunda uyanan ve sıkça dillendirilen bir beklentiyi ifade ederek soruyor sorusunu.
Yani Türkiye ve Körfez ülkeleri arasındaki ilişkiler sadece kendi aralarındaki ticaret hacminin artmasıyla sınırlı kalmaz, Ankara ve Körfez işbirliği Ortadoğu’da topyekûn bir ekonomik, sosyal ve siyasi değişimlere yol açabilir. Aralarında şimdiye kadar eksik olan diyalog gerçekleştiğinde birbirleriyle rekabet içinde oldukları ve bu rekabetten dolayı gereksiz here herkesin kaybettiği alanlarda herkesin kazanacağı bir düzenin tesisi mümkün olabilir. Suriye, Libya, Yemen, Akdeniz, Kuzey ve Orta Afrika’nın birçok bölgesinde yaşanan ve neticesinde herkesin kaybına yol açan istikrarsızlıklar bu yolla ortak bir çözüm arayışı ve işbirliği ile başta halklarının, sonra bütün bir İslam dünyasının kazançlı çıkacağı bir yola girebilir. Esasen iyi niyetli bir diyalog yoluyla çözülemeyecek bir sorun yoktur. Arap ve Türk dünyasının bu karşılıklı iyi niyeti taşıması için haddinden fazla nedeni vardır.
 
Türkiye Körfez ile yakınlaşırken ve bu yolla oluşan yeni ittifaklar aslında onun Avrupa’dan veya ABD ile, hatta Rusya ile olan angajmanlarından kopmasını gerektirmiyor. Esasen talep edilen şey istikrar ise ikisi arasında bir tercih yapmadan bunu yapabilmek önemlidir ki, Türkiye bunu yapabilen nadir bir ülkedir. Erdoğan liderliği altında böyle tarihsel ve istisnai bir pozisyonu kazanmış olan Türkiye bu açıdan güçlü ve alternatif bir ittifak için de büyük bir fırsattır.
Tam bu noktada Türkiye’de son zamanlarda rastladığımız, muhtemelen Arap dünyasından da yakından ve kaygıyla izlenen “yabancı düşmanlığı” ve “Arap karşıtı” söylemler tam da bu ittifaka karşı haince bir sabotaj girişimi olarak değerlendirilmelidir.
Bu yakınlaşma girişimlerine karşı sabote edici suikastlar sürpriz sayılmamalı. Bunlar ne Türk halkının ne de Türk hükümetinin onayladığı hareketler veya söylemler değil. Her atılımda ve açılımda Türkiye’nin karşısına çıkarılan terör operasyonları gerçeğine aşınadır Türk halkı.

Bunları da o kabilden görmek gerekir.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.