19 Temmuz 2023’te Hicri Yılbaşı’nı, 1445’i kutladık. Kutladık mı? İdrak ettik. Ettik mi?
Felsefe ikinci sınıf öğrencisi idim. Merhum Nihat Keklik’in, derslerine dışardan katılan “misafir” ile zaman üzerine yaptıkları “düşünme temrini”nden kulağıma çarpan cümlelerle sarsılmıştım. Tartışmanın başını ve sonunu hatırlamıyorum. Aklımda sadece Prof. Dr. Nihat Keklik’in “O halde zamanın mahlûk olduğuna dair vereceğimiz misaller üzerinden gidelim” cümlesi kaldı. Zamanın mahlûk oluşunu ayn el yakîn olarak kavrayabilmek için çok uğraştım, lakin bir arpa boyu yol gidemedim.
Zamanın mahlûk oluşu ile açılan dosya “zamanın sömürgeleştirilmesi” ile devam etti. Değerli arkadaşım Nazife Şişman ile Zygmunt Bauman okumaları yaparken rastladığımız “zamanın sömürgeleştirilmesi” kavramını, değişik vesilelerle kendi zaman idrakimizdeki değişim üzerinden görmeye çalıştık.
Aşağıda okuyacağınız satırlar on beş yıl öncesinden, telefon tellerinde kayıtlı kalan bir “gün izi.” “Hangi zamanı yaşıyorsun?” diye sorduğum soru ile başlıyor. Zamanı idrak edebilmek kaygısıyla yaptığımız “sonu gelmemiş” bir sohbet... Dikkatinize sunduğum bu sohbetin on beş yıl öncesine ait olduğunu bilhassa vurgulamak isterim.
Biz büyüdük ve hızlandı dünya. Önce okulla birlikte saat zamanı hâkim olmaya başladı hayatımıza. Ardından televizyon saati belirlemeye başladı yatış zamanını. Bugün benim zamanı örgütleyişimde hem saat zamanı hâkim hem de ibadetleri tayin eden güneş saati. Kış aylarında bu ikisi çoğu zaman örtüşüyor. En azından sabahları. Namaza kalkışla okula ve işe gidiş saatleri aynı zamana denk geldiği için gün başlarken bir zorluk yaşanmıyor.
Ama yaz aylarında ne saat zamanı ne güneş zamanı hâkim olabiliyor genelde zamana. Açık pencerelerden ve balkonlardan gelen sesler geceyi gece gibi yaşamanıza izin vermiyor. Eğlencenin ve televizyonun zamanı her şeye hâkim oluyor. Siz dışında olsanız bile nüfuzunu engelleyemiyorsunuz.
Ben dedem gibi ezanı beklemiyorum mesela. O gençliğinde bekliyor muydu? bilmiyorum. Ama en azından vakit tayininde namazdan önce namazdan sonra gibi kayıtlar olduğunu hatırlıyorum. Biz bugün saat zamanına göre programlıyoruz işlerimizi. Ama toplantıdan önce kılarız namazı gibi ayarlamalar da yapıyoruz. Yani sosyal hayattaki programlamanın içinde bir yerlere sıkıştırmaya çalışıyoruz güneş zamanını. Çünkü onu dikkate alan bir düzenleme yok.
Peki çocuklarımız hangi zamanı yaşıyor? Saat zamanına mecburen uyuyorlar belki. Ama hem televizyonun yeşil ışığı hem de bilgisayarın mavi ışığı daha ziyade güneşin ışığının saklandığı zamanlara rastlıyor. O yüzden zorlayıcı bir mesaiye tabi olmayanlar için gece ile gündüzün farkı yok. Gün güneşin doğuş ve batışına göre uzayıp kısalmıyor. Hep yirmi dört saat. Günün doğup batışı bile bölemiyor biteviye uzayıp giden zamanı. Geceleri oturup sabah geç kalkma, gençler için sanki doğal ve normal bir zaman örgütlemesi gibi görülüyor.
İstanbul’da ilkokul son sınıfa kadar cumartesi günleri de yarım gün okula giderdik. Haftanın tek tatil günü pazardı. Ama köye gidince başka bir tatil günü karşılardı bizi. Şehirde pazar günü komşularımızı bile pijamaları içinde gördüğümüz mutlak bir ev zamanı varken; köyde tatil günü cuma idi ve cuma hakikaten tam bir bayram havasında geçerdi. İlçeye inilirdi. Alışveriş yapmak için. Ve cuma günü erkekler cuma namazı için hazırlanırdı. Bağ bahçede iş yapılmazdı cuma namazının bitimine kadar.
Çocukluğumda iki zamanı ve iki mekânı yaşamış olduğumu buradan geçmişe bakınca fark ediyorum. Bu iki farklı zamanı nasıl algılıyordum diyerek çocukluğumun bahçesine dönüyorum. Çocukluğumda şehirde yaşadığımız zaman saat zamanı idi. Büyükler işe giderdi. Çocuklar okula. Anneler için zamanı bölen farklılık her sabah saat onda başlayan “Arkası Yarın” ve haftada bir gün saat yirmi birde yayınlanan “Radyo Tiyatrosu” idi. Namaz kılınan evlerde güneş zamanı ile saat zamanı iç içe akardı. Mesela namaz kılınan evlerde pazar sabahları onda, on birde başlamazdı hayat. En geç sekiz, sekiz buçukta başlardı. Köydeki zaman ile şehirdeki zamanı benim açımdan bütünleyen güneş zamanına kayıtlı olan ibadet zamanı idi.
Her mahallede bir iki televizyon var ve bütün mahalle tasada ve kıvançta aynı zamanı yaşamaya ayarlı olduğu için mahalledeki tek televizyonun karşısında mahalle, “zamanını” bu defa eğlence zamanı olarak yaşamaya talip oluyor. Çünkü mahalleden bir cenaze çıktığında düğünün ertelendiği bir ortak zaman var. Komşudan cenaze çıktığında radyodan şarkı türkünün dinlenmediği bir ortak zaman var. Komşuda eğlence olunca dahil olunduğuna göre, madem televizyon var oraya da gitmek en tabii hakkımız diye bakılıyor. Yani bir nevi komşuda pişer bize de düşer anlayışı. Komşudan “pay alma” kısmı iyice çığırından çıkmaya başlamıştı ki meseleye çözüm “ekran üzerinden” geldi. O dönemde konu ile ilgili olarak yapılan skeçler hepimizin hafızasındadır.
Şimdi sobalı bir salonda bütün mahallenin katıldığı “ekran zamanını” yeni kuşağa anlatmaya kalkınca o kadar uzak bir geçmiş canlanıyor ki “Sizin zamanınızda otomobil var mıydı?” diye sormaya başlıyorlar. Çünkü çocuklarımız “ekran zamanını” kendi odasında tek başına yaşıyor. Değil bir mahalle ile birlikte aynı odada televizyon seyretmek, aile bireyleri ile birlikte bile bir program izlenemiyor çoğu evde.
Benim de haftanın algılanışıyla ilgili benzer tecrübelerim var. Bizim kasabanın pazarı cumartesi günü kurulduğu için cumartesi günü “pazar”; pazar günü “pazar ertesi”; pazartesi günü ise “Bolu pazarı” günü olarak adlandırılırdı. Bu yüzden asıl hareketli olan gün cumartesi idi. Alışverişe kasabaya giden büyüklerin dönüşte getirecekleri yemiş ve şekerleme ümidi ile çocukları heyecanlandırırdı cumartesiler.
Zamanı cuma günü üzerinden hatırlamama vesile olan mevsim, yaz. Yazları köy halkının çoğunluğu yaylaya göçtüğü için bir de cuma camisi inşa edilmişti bizim yaylamıza. Her köyün yaylasında yoktu cuma camisi. Bu nedenle komşu köylerden cemaat bizim camiye gelirdi. Tabii ki köyün hanımlarına da gelen misafirlere öğlen yemeği vermek düşerdi. Caminin hemen dışındaki çayırlık alana sofralar etrafına halkalanan cemaatin görüntüsü hafızamda hoş bir fotoğraf olarak durur. Ve elinde bir tepsi ile camiye doğru bir oyun heyecanıyla koşuşturan biz çocuklar. Günleri birbirinden ayıran isimlendirmelerin önemi yoktu güneş saatinin hâkim olduğu bu hayat akışında. Güneş doğarken hayvanların melemesi; gün batarken çıngırakların hayvanın cinsine göre değişen tok ya da tiz tıngırtısı; çaydaki kelerlerin ritmik sesleri ve biraz daha sonra ateş böceklerinin ötüşü. Zamanı bölen ve birleştiren doğanın ritmiydi. İbadetin zamanı da bununla zaten uyumlu bir ritimde akıyordu.
Çocukluğumun pazar günlerine dair hafızamı yokladığımda Belgrad ormanlarına, Soğuksu’ya Hünkarsuyu’na, Emirgân’a Lale Bahçesi’ne gidilen pikniklerin ve Karaburun’da ziftsiz bir kumsal arayışının hatıraları geliyor. Doğaya özlem miydi bu sabahın erken saatlerinde başlayan yolculukların sebebi? Yoksa öğrenilmiş bir pazar günü ritüeli mi? Her ikisi de denilebilir. Çünkü aynı ritüel yazları köye gittiğimizde de devam ederdi. Bir dağ köyünde yemyeşil meyve ağaçlarının ortasında bir evimiz olmasına rağmen yine de piknik tüplerini kilimleri alıp köyün dışında bir ormanlık alana ya da daha uzaktaki yaylaya “piknik”e gitmemize bir anlam veremezdi babaannem.
2000’li yıllarda “piknikte mangal dumanı altında çizgili pijamasından sarkan göbeğini kaşıyan adam” imajı eşliğinde taşralılığın simgesi haline gelen piknik, 1970’li yıllarda kentli görgüsüne dahildi.
Sadâbat eğlenceleri, mesire adabı ve piknik ile ilgili olarak Ahmet Mithat Efendi’nin Felâtun Bey ile Rakım Efendi adlı romanında meseleyi görmek ve görünmek üzerinden anlatması bana çok anlamlı gelmişti.