Batı’nın sömürge imparatorluğu, tarihin hiçbir devrinde görülmemiş bir yoğunlukla bilimi, teknolojiyi, ekonomiyi ve kültürü sömürgeleştirmeyi amaçladığı milletlere karşı bir silah gibi kullandı. İki yüzyıl boyunca bu milletleri askeri olarak yenilgiye uğratmakla kalmadı, aynı zamanda kültürel emperyalizmini devreye sokarak onları çaresizliğe ve yılgınlığa sürükledi.
Bu kültürel emperyalizmin en önemli ayaklarından biri, makbul olanı ve olmayanı tanımlama tekeliydi. Buna göre Batı makbul iken Batı dışı toplumlar makbul değildi. Modern bilim makbul ilan edilirken dinler de dahil olmak üzere onun dışında kalan tüm değer sistemleri hurafe, arkaik olmakla suçlandı, geri kalmışlığın emaresi olarak aşağılandı.
Fazla vakit kaybetmeden bu sömürgeci yaklaşımın Türkiye sahnesine nasıl taşındığına bir göz attığımızda uzun süren modernleşme tarihimizin sonuna gelindiğinde kendi tarihimize, dinimize, kültürümüze dair ne varsa aşağılanıp dışlandığını görüyoruz. Fransız İhtilali ve Çin Kültür Devrimi’ni takip edercesine jakoben bir modernleşme süreci milletimiz üzerine acımasızca boca edildi.
İşin sonunda devlet eliyle makbul bir yönetici sınıf, makbul akademisyenler, makbul sanatçılar yetiştirildi. Bunların her biri, Batılı devletlerin ülke içindeki uzantıları gibi hareket ederek kendi kültürlerinden kopuk bir şekilde kazanan tarafın safını tuttu ve kendi insanıyla ve onun değerleriyle savaşmaya başladı.
Her bir mesele Tanrı sunağında oturan bu adamlara sunuluyor, onlar da Batılı ölçütlere göre makbul olmayan her şeyi reddediyor, tek bir cümleleri koca bir fikir insanını yok edebiliyorlardı. Akademisyenlerden, askeri ve sivil bürokratlardan, gazetecilerden ve sanatçılardan mürekkep bu sömürge aydın sınıfı, uzunca bir süre ülkenin kaderine el koydular.
Gelinen noktada bu sınıf, iyi insan veya kötü insan, vatanperver veya vatan haini, çağdaş veya çağdışı gibi tanımlamaları yapma tekelini elinde bulunduruyor, kendi ideolojilerinin dışında kalanları yokluğa mahkûm ediyordu. Necip Fazıl Kısakürek, “şairler sultanı” olduğu hâlde öteki ilan ediliyor, Kemal Tahir sol gelenekten gelmesine rağmen rejim eleştirisi yaptığı için arızalılar listesine alınıyordu. Necmettin Erbakan, sıra dışı bir bilim insanı olduğu hâlde takunyalı olarak adlandırılıp aşağılanıyordu.
Son seçimlerde seçmenleri cahillikle suçlayan siyasi söylem, bu sömürgeleştirilmiş zihniyetin hâlen yaşadığını kanıtlamaktadır. Meselenin ilginç yanı, Türkiye’nin jakobenlerinin ve sömürge aydınlarının ötekileştirdiği kişilerin kendi mahallelerinde dahi bilinçdışı bir şekilde ötekileştirilmesidir. Bunun en vurucu örneği Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, yirmi yıllık siyasi iktidarı boyunca yalnızca siyasi başarılar elde etmedi, aynı zamanda Batılı devletlerin ve içerideki çaresizler ve yılgınlar kulübünün zihniyetini de yenilgiye uğrattı. Batı sömürgeciliğinin arz-ı endam ettiği günden günümüze bu zihniyete karşı böylesine bir meydan okuma gerçekleştirmek daha önce hiç kimseye nasip olmamıştı. Bu süreci şu şekilde özetleyebiliriz:
Bu maddeleri sayfalarca uzatabiliriz. Ancak özellikle küresel bir ölçekte Erdoğan siyasetinin, Erdoğan vizyonunun anlamı üzerine neden yazılmadığı sorusunu ortaya koymak zorundayız. Zannımca beyaz Türklerin, jakobenlerin ve CHP’lilerin Erdoğan karşıtı dayatmaları bilinç dışında karşı mahallede tavır olarak ortaya çıkarken bizim mahallede bilinç altı bir kompleks olarak yaşıyor. Bir akademisyen, bir mütefekkir Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı tarafsız bir şekilde ele almaktan yüksünüyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan siyasi bir devrim yaptı. Bu devrim bütün alanlarda karşılığını bulmalıdır. Gölgede geçinenler ve gölgesinden korkanlarla devrim tamamlanamaz