2023 seçimlerinin kesin bir şekilde neticelendiği vakte kadar “Batılı” siyâsal iktidâr odaklarının kesin olarak Tayyip Erdoğan ve AK Parti karşıtı bir konumda olduğunu düşündüren çok sayıda emâre mevcuttu. Bilhassa Avrupa matbuatı, bâzıları düpedüz hakâret dâvâlarının mevzuu olacak kapak ve başlıklarla neşredildi. Muhtemelen Türkiye’de faaliyet gösteren Batılı sefirlikler, merkezlerine gönderdikleri bilgi notlarından başlayarak her nev’i raporlamada Erdoğan devrinin sonuna gelindiğini bildiriyorlardı. Bu değerlendirmeleri alan merkez kadroların zihinlerinde, bayağı bayağı bir post-Erdoğan devrinin senaryoları şekillenmeye başlamıştı.
Neticeler ortaya çıkınca büyük bir şaşkınlık geçirmiş oldukları düşünülebilir. Ama onların şaşırmasına bizim de şaşırmamız gerekmiyor. Bu değerlendirmeleri muhtemelen kendilerine müzâhir gazetecilerden veyâ araştırma şirketlerinin verilerinden derliyorlardı. Bu mahreçlerde esen rûzigâr ise bir nev’i afyon yutmuşluğun rûzigârıydı. TV ve diğer medyâtik mahreçleri de hemen her gün bir araya geliyor, mütemâdiyen birbirlerinin sanrılarını büyütüyorlardı. Bu işin son derecede sârî olduğunu dikkâtten kaçırmamak gerekir. Nitekim onları tâkip eden ecnebî sefâret görevlileri de bu konuşmaları hakîkatin kendisi gibi alıyordu. Hâsılı anti-Erdoğan rahatsızlığı denilen kronik-endemik bir sorun pandemik bir mâhiyet kazanıyordu. Araştırma şirketlerinin “bilimsel” bulguları da bu manzarayı tamamlıyordu. Ne de olsa, Popper ustanın zikrettiği üzere bilimin yanlışlanabilirliği ilkesidir onu var eden ve bilimsel araştırmalarda yanılma payları her zamân mevcuttur. Lâkin bu defâ paylar fenâ hâlde aşılmış, ortaya büyük çuvallamalar çıkmıştı. Erdoğan’ın zaferi ortalığı altüst etti. Bunu hâriçte ve dâhilde ayrı ayrı ele almak daha doğru olur.
Hâriçte manzara ilginç bir şekilde seyretti. Beklentiler ters tepince hemen vaziyeti toparladılar. Bu haslet hakîkaten de modern zihniyete hastır. Geleneksel zihniyet, bir defâ bozguna uğramaya görsün, toparlanması zamân alır. Mütemâdiyen geri dönüşler yapar ve yaşanmış olanı tekrar tekrar yaşar. Bu da onun toparlanmasına mânî olur. Hâsılı bu bir nev’i kapandır ve kendisini kuranı içine alır. Kapanı yöneten duygu kahırdır ve bir türlü dinmez. Geleneksel zihin, yaşanmış olan ile yaşanan arasında mütemâdiyen kısa devre yapar.
Modern zihin, kısa devre yapacak olan akımı topraklar ve ondan kurtulmuş olur. Derhâl unutmak; daha yerinde bir ifâdeyle unutuyor görünmek, dozu ayarlanmış bir amnezi ile yaşamak modern bir ustalıktır. Bu sûretle aktüel olana dâima bir sâha yaratılmış olur. Kültürel düzlemde Anglosaksonların bunda Kıt’a Avrupalılara kıyasla çok daha mâhir olduklarını söyleyebiliriz. Seçimden evvel “gitmeli” (must go) denilen ve diktatör olarak târif edilen Erdoğan için benzer mahreçler bu defâ ifâdeye küçük bir edat ilâvesi yapıp “devâm etmeli” (must go on) deyiverdiler. Otokrat, diktatör Erdoğan âniden “demokrasi” imtihânını başarıyla veren bir meşrû lider oluverdi.
Modernlere has pratiklik veyâ pragmatiklik bu hasletin bir fonksiyonudur. Kimileri bunu esneklik olarak selâmlar ve kıymet verir. Kimileri ise bunu tükürdüğünü yalamak olarak lânetler. Katı olan her şeyin buharlaştığını bilen birisi olarak esnekliği kategorik olarak küçümseyecek değilim. Ama bunu yücelttiğim de zannedilmesin. Amnezinin hayâtın merkezine oturduğu modern dünyâda, her şeyi unutturmak da mümkün demektir. Unutmanın ve unutturmanın mümkün olduğu vasat ne kadar ahlâkîleştirilebilir ki? Nihâyette bunların, ahlâken sorunlu başka bir kavram olan fırsatçılıkla (oppotunism) bitiştiğini de ihmâl ediyor değilim. İşledikçe kangrenleşen ve çözümü olmayan sorunların tarafların ortak rızâsıyla unutulmasından yana olduğumu hep yazdım ve söyledim. (Mesela, Ermeni “soykırımı meselesinin, tarafların ortak karârıyla unutulması gerektiğini düşünürüm). Bunun dışında hatırlamanın elden bırakılmaması gerektiğini düşünüyorum. Eğer temel endişemiz hâlâ ahlâk ise, ahlâkın asgarî olarak ve herhangi birisinin cilvesine kapılmaksızın, yaşanmış, yaşanan ve yaşanacaklar arasında bağ kurmayı gerektirdiğini dikkatten kaçırmamak gerekir.
Tabiî ki dâhilde manzaranın seyri başka oldu. “Bu defâ tamam, %60 ile geliyoruz” diyenlerin vasatları hemen en kolayına sapıp ya halkın irâdesini aşağılama yâhut birbirlerini suçlama yoluna girdiler. Ağır entelektüel kalemler ise, mağlûbiyetin “derin” sosyolojik, kültürel yorumlarını yapmaya başladılar. İyi de bunların pek çoğu seçimden evvel, hatta bizzât seçim sürecinde görülebilirdi. “Muhalefet neden kaybetti?” diye başlıklar atıp, madde madde açıklamalarda bulunanlara sormak lâzım: Haçan bunları biliyordunuz da neden zamânında yazıp konuşmadınız?
Dâhilde yaşananların ne esneklikle, ne pragmatiklikle ne de hâdiseyi şuurlu bir gömmeyle alâkasının olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Erdoğan’ın zaferi üzerinden halka kızan, lânet okuyan veyâ kendi aralarında kavga eden kanaat önderlerine zâten diyecek bir şey yok. Ben en çok ağır analizler patlatan abilere, ablalara takılmış durumdayım. Ermeni, Kürt, Alevî meseleleriyle yüzleşelim demekten bir lâhza geri kalmayanların kendileri mevzu olduklarında sergiledikleri bu pişkinliğe, yüzsüzlük demeyip de ne demeli acaba?