Türkiye, kavramların yerinden edilmeye çalışıldığı bir ülke ne yazık ki. Bu son seçimde bunu o kadar net ve derinden gördük ki, anlatamam size.
Ya doğrudan yahut da ikame adaylarla Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısına, er meydanına 12 sefer çıkan, çıktığı 12 seferde de tuş olan, buna rağmen net şekilde kaybettiği seçimin ardından zafer konuşması yapıp çılgınlarcasına alkış alan; yönettiği partinin başkanlık koltuğuna zamkla yapıştığını düşündürten Kemal Kılıçdaroğlu diktatör değil mesela. Onun yerine siyasi hayatı boyunca hiç seçim kaybetmeyen, girdiği her seçimi demokratik şekilde kazanan Recep Tayyip Erdoğan diktatör fakat.
İstanbul’daki Alevi temsili asla öyle olmamasına rağmen şehrin 39 ilçesinin 32’sine Alevi ilçe başkanı atayan, durduk yerde “Alevi” diye video çekip tehlikeli sularda yüzmeye kalkışan Kemal Kılıçdaroğlu, mezhepçi değil hâşâ. Onun yerine Alevilerin temsiliyeti için kurum oluşturan, Alevi-Sünni diye ayırmadan memleketin her yanına eşit hizmet götürme derdini taşıyan, kendisine %8 oy vermelerine rağmen Alevilerin yoğun olduğu beldeye 57 günde hastane diken Recep Tayyip Erdoğan mezhepçi tabii.
Oturduğu parti başkanlığı koltuğuna bir kaset skandalıyla oturan, Muharrem İnce’yi girdiği yarıştan montajlanmış kasetlerle el çektiren, kitlesinin masadan kalkan Akşener’e 3 gün boyunca yağma hakkı verilmiş barbarlar gibi sövüp saymasına hiç ses çıkarmayan Kılıçdaroğlu montajcı, şantajcı, iftiracı değil; saçmalamayın. Onun yerine bu işlere burnunun ucuyla bile tevessül etmeyen Recep Tayyip Erdoğan montajcı, şantajcı elbette.
Örnekleri çoğaltmak mümkün ama gereksiz…
Samimiyetle üzüldüğüm bir şey oldu seçim akşamı. Kemal Kılıçdaroğlu’na oy veren kitle, sadece yenilginin üzüntüsünü değil, kandırılmışlığın öfkesini de dışa vurarak rahatlamak yerine yine Tayyip Erdoğan’ı ve ona oy verenleri aşağılama yöntemini benimsediler.
Oysa ellerindeki gerçek şuydu o kitlenin: Kemal Kılıçdaroğlu’na oy veren kitle, siyasiler, anket şirketleri, sosyal medya trolleri, gazeteciler, kendine sanatçı süsü veren şaklabanlar falan tarafından sistematik şekilde kandırıldı. Üzerine bir de 2014 ve 2018’deki seçimlerin neredeyse karbon kopyası olan bir yenilgi alınmasına rağmen neredeyse zafer konuşması yapılarak o seçmen kitlesinin aklıyla, hisleriyle alay edildi.
Kavramların yerinden edilmesinin nefis bir temsili olarak o kitle, bu kandırılmaya, haddimi mazur görsünler bu güdülmeye, hatta bu alaya rağmen çok ama çok özgür bir kitle olduklarını düşünüyorlar.
Bana sorarsanız Türkiye’de en çok bu “öğrenilmiş çaresizlik” durumunun ortadan kaldırılması gerekiyor muhalefet seçmeni tarafından. Kemal Kılıçdaroğlu’na, Akşener’e, hele hele AK Parti çıkması yedek parçalara falan ihtiyaçları yok. Oturup, kendilerini temsil edecek, yenmeyi de yenilmeyi de adam gibi yönetebilecek muhalefet liderleri lazım onlara.
Erdoğan iki buçuk milyon oy fark atmış, yarısı Türkmen soydaşlarımız olmak üzere 135 bin toplam Suriyeli oyu yüzünden seçim kaybettiğine inandırıyorlar kitlelerini. Yurt dışı oylarının arasındaki fark 200 bin bile değil ama suçluyu yurt dışı oylar olarak ilan edip kitlelerini ahmak yerine koyuyorlar.
Suçu üzerine alamayan adamdan lider mider olmayacağına, onunla yol yürünemeyeceğine bir kez inansa Türkiye’deki muhalif kitle, epeyce iş başaracak aslında. Ama ne var biliyor musunuz? Seçim akşamı “bu halkla seçim yapılmaz” yazan, Aziz Nesin atıfları yaparak millete aptal diyen, “ne haliniz varsa görün” diyen, bizim saçımızı bulaşık deterjanı ile yıkadığımızı iddia eden bir ruh haline büründü muhalifler.
Yahu, seçimi kazanmanın suçlusu Erdoğan ve ona oy veren kitle değil. Seçimi kazanmamanın suçlusu seçmenini salak yerine koyan Kılıçdaroğlu ve şürekâsı ile ona ayak uydurup o güdülmeye rıza gösteren sizsiniz. Ne zaman anlayacaksınız bunu acaba?
Şimdilik dahasını da söyleyeyim, sonra nasılsa devam ederiz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim akşamı konuşmasında Kılıçdaroğlu’na açıktan ve sert şekilde, üstelik hiç de beklenmeyen şekilde eleştirmiş olmasının anlamları üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Hem bizim, hem de muhalif seçmenin. Çünkü muhalefet bu girdiği türbülansla Türkiye’yi “ontolojik olarak tehdit eden” bir öbeklenmeye dönüşüyor.
Bunu uzun konuşacağız.