Seçimler seçmen ile seçilen arasında karşılıklı bir pazarlığın döndüğü ve oylama ile karara varıldığı bir sözleşmedir. Seçmenin taleplerine cevap veren, verdiği cevapla bir güven telkin edebilen daha yüksek oy alıp temsil yetkisini de alıyor. Ancak seçilenin seçmene vadettiğini gerçekleştirebileceğine dair verebildiği bir garanti yok. Yetkiyi aldıktan sonra bütün sözlerini unutan siyasetçiler, o yüzden siyaset sahnemizin başat figürlerinden. Oy karşılığında verilen bir çek, senet veya bağlayıcı bir taahhütname yok. Seçmenin tek kozu bir sonraki seçimde siyasetçinin tekrar karşısına çıkacak olması.
Seçmenine tekrar tekrar yalan söylediği halde her seferinde oy almayı başarabilen siyasetçi tipolojisi ise Türkiye siyasetinde hiç de azımsanacak bir tipoloji değil. İşin ilginç tarafı bu konuda aldatan siyasetçiden ziyade, seçen ile seçilen arasındaki ortak aldanış iradesinin, yani ideolojinin olabildiğince etkili olması. Partilisinden hiçbir hizmet almadığı halde terlik olsa onu seçmekten vazgeçmeyen seçmen profili maalesef adı da konulmuş olarak seçmen envanterimizde mevcut.
Tabii bu tespit, genellikle seçmenin iradesini beğenmeyen seçkincilerin yaptığı eleştiriyle aynı kefeye konabilir. Burada çok açık bir farkın altını çizelim ki, AK Parti seçmeni ile partisi arasında hangi kıyaslama yapılırsa yapılsın çok daha rasyonel bir sözleşme gerçekleşiyor. Partisinin adayını, tutumunu, bazı siyasetlerini beğenmediğinde cezasını hemen oy vermeyerek kesebiliyor AK Parti seçmeni. O yüzden yüzde 49,5’a kadar dayanmış oylar 2018’de yüzde 42,6’ya, şimdi de yüzde 35,6’ya kadar gerileyebildi.
Belediyede de aynı durum sözkonusu oldu. AK Parti seçmeni partisinin kendisine verdiği sözde durmakta sergilediği en ufak bir kusuru affetmiyor. Oy dalgalanmaları adaya, hizmet kalitesine veya siyaset pratiğine göre çok fark ediyor. Bir şehirde demografik yapıyı gözetmemiş bir aday listesi doğrudan oy oranlarına çok daha birebir yansıyor.
Oysa CHP ve HDP seçmeninde aynı oy dalgalanmalarını aynı ölçüde görmek mümkün olmuyor. Aday terlik de olsa, sandalye de olsa Selo veya CHP parti teşkilatı tarafından işaret edilmiş olması yetiyor. Güneydoğu’daki bir il’e başka bir ilden, hatta Batı illerinden Kürt olmayan, hangi ölçülerle seçilmiş ve Kürtlere takdim edilmiş olduğu hiç belli olmayan biri tayin edildiğinde bile hiç sorgulanmadan, kayıtsız şartsız itaatle seçilebiliyor. Hizmet etmiş etmemiş, temsil kabiliyeti varmış yokmuş, bizim dinimizdenmiş değilmiş, kadınmış erkekmiş hiç fark etmiyor.
Sadece bu karşılaştırma bile AK Parti seçmeni ile CHP ve HDP seçmeni arasında ideoloji-rasyonalite-siyaset dengesinin ne kadar ciddi bir fark oluşturduğunu göstermeye yetiyor. 14 Mayıs seçim sonuçları elbette çok daha detaylı incelemeyi hak ediyor ama ilk elde bu sonuçlar göze çarpıyor.
Bu sonuçlara göre, yine de Kılıçdaroğlu’nun ideolojik ağırlıklı oylar onu başkanlık makamına taşımaya yetmedi. Bunun için karşı tarafa kendince köprüler atmaya çalıştı. Kendi parti geleneği ile asla bağdaşmayacak bir ittifak konfigürasyonu oluşturmaya çalıştı. Bunu yaparken vaatlerde hayal sınırlarını zorlayan uçlara kadar gitti. Herkese istediği her şeyi vermeyi vadederken, bu vaatlerin birbirini iptal edeceğini, dolayısıyla inandırıcılığını yitirebileceğini bile hesaba katma gereği hissetmedi. Aynı anda hem PKK’ya kadar uzanımı olan bir siyasi hareketle ittifak içinde olup hem de terörle mücadele edilebileceğini söyleyebildi. Hem olabildiğince rövanşist söylemlerde bulunup hem de sevgi pıtırcığı gibi hareketler yapabildi.
Hem zaten olabildiğince çözülmüş Kürt sorununu tekrar yattığı yerden uyandırıp tekrar çözümüne soyundu hem de Suriyelileri açıkça nefret nesnesi haline getiren sözler söylemekten çekinmedi. Bunların hepsi ancak ortada gezinen başıboş oyları kapma adına siyasi işportacılık adına hiç güven vermeyen üçkâğıtçı söylemler olarak görülebilir.
Ortada gezinen müşteriyi kapmak için söylemeyeceği yalanı, vadetmeyeceği bir şeyi olmayan işportacı görünümüyle, kendini uyanık zannederken bir sazan sarmalına yakalanmak da kaçınılmaz hale gelir. Yüzde bir oy kendisine yüzde 15 gibi pazarlanır ve karşılığında 38 milletvekilini buhar ettirir.
KÜRTLER VE SURİYELİLER
Şunu geçmeyelim, Kürt sorununa karşı dürüst ve samimi bir yaklaşım ile Suriyelilere karşı nefret politikaları kesinlikle birbiriyle bağdaşan tutumlar değil. Kürt sorununa karşı yaklaşım samimi olsa, oradan oy gelip gelmediğine bakmaksızın o sorunu çözmeye samimiyetle yaklaşırdı. Erdoğan Kürt sorununu bu hesapları gütmeden, üstelik baldıran zehri içmeye benzer bir risk alarak çözmekten geri durmadı ve bu çözümün ona hiçbir siyasi getirisi olmadı. Buna rağmen Erdoğan o konuda durduğu yerden bir adım geri gitmedi, şimdi biraz daha oy için bir adım daha da ilerisini vadetmedi.
Kürt sorununu çözmek genel olarak mazlum, mağdur insanların yanında durmakla ilgili ilkesel bir tutumdu. Tıpkı Suriyelilerle ilgili olduğu gibi. Suriyelileri bugün göndermekten bahsedenler, şu anda kendilerini savunamayacak durumda olan, gidecek bir yeri de olmayan insanlara insanlık dışı bir muamele yapmayı vadetmiş oluyor. Hiçbir erdemli tarafı yok. Adeta eskiden Türkiye’de maruz kaldığı zulmün aynısına hatta daha fazlasına maruz kalacak bir kitle oluşturmak anlamına geliyor.
Suriyelilere bu muameleyi reva gören bir siyaset Kürtlere dost olamaz, çünkü insana dost olamaz. Erdoğan’ın ve muhafazakâr kesimin Kürt sorununa yaklaşımı siyasi bir hesap veya yatırıma matuf değildi, şimdi de sığınmacılara yaklaşımı bir hesap ve yatırıma matuf olmadığı gibi.
Tam da o yüzden Erdoğan, seçimden sadece iki gün önce Suriyelileri göndermekten bahsedildiğinde her türlü siyasi hesaptan uzak bir cevabı vermekten zerre kadar çekinmedi. Bu cevabın Suriyelilere karşı söylemin kışkırtılmış olduğu bir ortamda oy kaybettirebileceği endişesi taşımadı. Kürtlere nasıl davrandıysa, Alevilere nasıl davrandıysa, mazlumlara nasıl davrandıysa Suriyelilere de öyle davrandı.
Bunun adı şahsiyettir, insanlıktır, merhamettir. Her türlü siyasi hesaptan uzak bu şahsiyettir Erdoğan’ı farklı kılan, güvenilir kılan, vesselam.