Vicdan sınavımızın ikinci parçası: İnsanî yardımları sürekli, kalıcı ve randımanlı hale getirmek. Felâketin ilk şok dalgalarıyla büyük bir halk seferberliği oluştu, herkes elinde ve evinde ne varsa sahaya yollamaya gayret etti, hâlâ ediyor. İnsanımız çok samimi, ama organizasyon noktasında bazı acemilikler ve eksiklikler yaşandığı için, gönderilen malzemelerin israf olduğu, hedefine yeterince ulaştırılamadığı veya iklime ve ihtiyaçlara uygun olmayan eşyaların yollandığı gibi şikâyetler mevcut. Bu konuyu daha organize ve aktif bir zihinle ele almak gerektiği anlaşılıyor.
İnsanoğlu, her şeye alışabilen ve her acıyı unutabilen bir fıtratta yaratılmış. Bu bizim hem güçlü yanımız hem de zaafımız. Alışmasak ve unutmasak, delirebilirdik. Ama birçok problem de alışmaktan ve unutmaktan kaynaklanıyor. Gündemin yoğunluğunun ve bazı polemiklerin tesiriyle, deprem felâketini şimdiden kanıksamaya başladık mesela. Bu da, mağdurlara gösterilen ilginin giderek azalacağına ve herkesin nihayet kendi acısıyla baş başa kalacağına işaret.
Oysa Hz. Peygamber’den öğrendiğimiz şekilde “en hayırlı amel, az da olsa devamlı yapılandır”. Ramazan ayının gölgesi üzerimize düşmüşken, depremin yaralarını nasıl daha sürdürülebilir ve tesirli biçimde sarabileceğimizi tefekkür zamanı…
***
İnsanî kayıpların ve yürek yaralarının dışında, depremde beni en çok etkileyen kare, Antakya’nın kalbi mesabesindeki Habîb-i Neccâr Camii’ndeki yıkım oldu. Habîb-i Neccâr’ın, Yâsîn suresinin ikinci sayfasında kıssası anlatılan kişi olduğuna inanılır, malum. Hani, kavmi inkârda ısrar ve inat ederken, şehrin öte yakasından koşup gelerek insanları peygamberlere imana çağıran o kutlu şahsiyet… Kendisine “Gir cennete!” dendiğinde, “Keşke kavmim bilseydi” diye üzülen o yürek adamı…
Coğrafyamız tarih boyunca nice acılara, savaşlara ve istilalara şahitlik etti. Ve hepsinden de belini doğrultarak kalkmayı başardı. İnsanıyla ve binasıyla yine doğrulacak, yine kalkacak, dünyaya sözünü yine söyleyecektir.