Salgından sonra dünya eskisi gibi olmayacak ve hatta hiçbir şey eskisi gibi olmayacak sözünün Türkiye’de güçlü bir şekilde dillendirilmesi tesadüfî bir gelişme değildir. Geleceğin dünyasını şekillendirmeye en güçlü adaylar arasında Türkiye’nin yer almasıyla ilişkili olarak en sert çatışmaların merkezinde olmamız kaçınılmaz bir durumdur. Türkiye, 2009’dan sonra almış olduğu kararlarla özellikle emperyal merkezlerin temsilcisi kişi ve yapıların çok yoğun saldırılarına muhatap oldu. Salgın dolayısıyla küresel sermaye çevreleriyle devletler arasındaki gerilim çatışmaya dönüştü ve bu da Türkiye’de bağımlı yapıları hareketlendirdi. Yeni dönemin belirsizlikleri ortadan kalkmaya başladı. Türkiye’yi daha sert mücadelelerin beklediğini söyleyebiliriz. Yakın coğrafyasıyla birlikte coğrafî derinliği de dönüştürmek istediği için Türkiye’nin daha yoğun saldırılara maruz kalacağı açıktır.
Türkiye, kendini yenileme ve bağımsız bir siyaset takip etme doğrultusunda ısrarlı adımlar atmıştı. Emperyal merkezlerin Türkiye’yi içeriden teslim almaya çalışması birçok tartışmaya konu olabilecek bir süreçtir. Bu dönemde, bir araya gelmesi mümkün olmayan çevrelerin aynı çatı altında buluşması olayların karmaşıklığını gösterir fakat bu aynı zamanda sürecin hareketliliğini göstermesi bakımından da ilgi çekicidir. FETÖ’cü takımının liberallerle birlikte örgütlediği ağ taban bakımından derinliğe sahip değildir fakat etki gücü fazladır. Bu da salgından önceki sürecin uluslararasılaşması demektir. 2009’dan sonraki dönemde içeriden teslim almaya yönelik adımlar netice vermeyince Türkiye’yi başarısızlığa mahkûm etmeye yönelik müdahaleler yakın coğrafyaya taşındı. Bu da millî ve yerli kurumların kendini yenilemesini zorunlu hâle getirdi.
Türkiye özellikle yakın coğrafyasını hareketlendirmekle hem kendine yönelik doğrudan saldırıları etkisizleştirmekte hem de oluşturduğu güvenlik alanları ile geleceğe yönelik olarak coğrafî derinliği genişletmeye çalışmaktadır. Bu yöndeki faaliyetleri Fransa gibi emperyalist ülkeler, tehdit olarak algılamaktadır. Hem küresel sermaye çevrelerinin hem de emperyalist devletlerin, Türkiye’nin istikrarlı çabalarını bir tehdit olarak algılamasını Türkiye’deki temsilcilerinin faaliyetlerinden anlamak mümkündür. Türkiye’de de yönetilemezlik durumunun oluşmasından faydalanmayı düşündükleri, ilk günlerden başlayan kara propagandadan anlaşılıyordu. Toplumsal panik havası estirmek istediler ve güvenin kaybolmasıyla birlikte kaos ortamının oluşacağını düşündüler. Siyasetin, salgının dâhil olduğu birçok sorunu aynı anda yönetiyor olmasını tehdit olarak algıladıkları açıktır. Türkiye temsilcilerinin özellikle salgınla mücadelede yönetim başarısını görmezden gelmeye çalışması anlamlıdır.
Salgın sürecinde din-bilim çatışması gibi anakronik meselelerin gündeme getirilmesini cehaletle izah edemeyiz. Türkiye’nin salgınla mücadeleden alnının akıyla çıkması bir tarafa, bütün dünyaya örneklik teşkil edebilecek bir başarı hikâyesine imza atmasıyla 2009’dan sonra yaşanan süreç tekrar yaşandı. Her büyük sorunun altından başarıyla çıkıldıkça yerlilik ve millîlik bir eksene dönüştü. Diyanet İşleri Başkanı’nın hedefe konulması ve dinî değerlere yönelik doğrudan saldırıyı sun’î bir din-bilim çatışmasının devamı olarak düşünmek gerekir. Her iki olayın birbirinin devamı olması karşılaştığımız saldırıların örgütlü bir yapı tarafından yönetildiğini gösterir. Din-bilim çatışması gibi sun’î gerilimlerle “sesi çağlar öncesinden gelen şahıs” gibi çirkin ifadelere zemin hazırlandığını anlıyoruz. Mart’ın ortalarından itibaren yayımlanan köşe yazılarının taranmasıyla Kur’an’ın çağlar öncesinden gelmesiyle iftihar ettiğimiz sesine yönelik saldırılar için yeterince hazırlık yapıldığı anlaşılır. Muhafazakâr muhalefetin de bu kampanyaya destek vermesi yeni dönemi anlamak bakımından önemlidir.
Türkiye kendi dinamiklerini harekete geçirmiş durumdadır. İslam’ın temel değerlerine yönelik doğrudan saldırılar, Türkiye’ye diz çöktürmeye çalışanların çaresizliğini gösterir. Eş zamanlı olarak Türkiye tarafından tesis edilen güvenlikli alanlara terörist saldırıların yapılması oldukça anlamlıdır. Ellerinde fazla bir araç olmadığına hükmedebiliriz. Türkiye’nin sahada ürettiği etkinin geleceği şekillendirmek bakımından çok önemli olduğunu anlıyoruz.
Bu işaretler yeni bir çağın başladığını gösterir.
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Araştırmacı Yazar / Uluslararası İlişkiler Uzmanı