Coğrafyamıza musallat olan bir büyük belanın ürettiği ağır şerlerin içinden geçiyoruz.
Adı “ABD-İsrail” olan bu büyük belanın, Gazze’deki vahşetten Kuzey Irak’taki menfur saldırıya, teröristlerin güdümünde giren muhalefetin milli omurgadan yoksun siyasetine… kadar hızla değiştirdiği gündemde başımız dönüyor.
Bu hızda -düşünmeyi zaten sevmediğimiz için- öfke ile nefretin sarkacına tutunmaya zorlandığımızı ve en etkili tepki sandığımız bu iki durumun aslında bakışımızı bulandırmaktan öte bir şeye yaramadığını da fark edemiyoruz.
Böylece ABD-İsrail belası, Babülmendep’ten Kuzey Irak’a… birbirlerinden farklı gibi görünen ama gerçekte biri diğerinin başlangıcı ya da sonucu olan şer tezgahını rahatça işletiyor.
Bu durumda, söz konusu gündemin biraz berisine çekilerek, zikrettiğimiz hususları bundan yirmi yıl önce “Şarkıyatçılık” olgusunda hakikat bağlamına oturtan Edward W. Said’in şu sözlerine birlikte kulak vermeyi öneriyorum:
“Düşüncenin, tartışmanın, akli muhakemenin, insanların kendi tarihlerini yaratması gerektiğini bildiren, laik bir tasarıma dayalı ahlak ilkesinin yerini, Amerika ya da Batı’yı müstesna gören, bağlamın önemini görmezden gelen ve başka kültürlere müstehzi bir küçümsemeyle yaklaşan soyut mu soyut fikirler aldı. Hümanist yorum ile dış politika arasında çok ani geçişler yaptığımı, benzeri görülmedik bir gücün yanı sıra internete ve F-16 savaş uçaklarına da sahip olan modern bir teknoloji toplumunun sonuçta Donald Rumsfeld ile Richard Perle gibi dehşetli tekno-politika uzmanlarınca idare edilmek zorunda olduğunu söyleye bilirsiniz.
Ne ki, aslında yitirilmiş olan şey, insan hayatındaki yoğunluk, karşılıklı bağımlılık duygusudur - ne bir formüle indirgenebilecek ne de gereksiz diye bir yana atılabilecek bir şeydir bu. Savaşın dili bile son derece gayri insanidir:
Geçen gece ulusal televizyonda kongre üyesi bir hanım, ‘Oraya gireceğiz, Saddam’ı alıp çıkaracağız, ince neşter darbeleriyle ordusunu imha edeceğiz, herkes harika bir iş olduğunu düşünecek’ diyordu. Başkan Yardımcısı Cheney’nin 26 Ağustos 2002’de Irak’a saldırı emri hakkında yaptığı sert konuşmada askeri müdahaleyi savunurken, başvurduğu tek Ortadoğu ‘uzmanı’ olarak, gecelik ücret karşılığında televizyonlara danışmanlık hizmeti sunan ve kendi halkına duyduğu nefreti, geçmişinden koptuğunu dile getirip duran bir Arap akademisyenini anması, şu içinde bulunduğumuz netameli dönem hakkında bana son derece anlamlı gelen bir şeyler söylüyor. Böylesi bir trahison des clercs (aydın ihaneti), gerçek hümanizmin nasıl yozlaşıp azgın milliyetçiliğe, sahte yurtseverliğe dönüşebileceğini gösteren bir arazdır.
Küresel tartışmanın bir tarafı böyle. Arap ve Müslüman ülkelerindeki durum da bundan hallice değil. Roula Khalaf’ın Financial Times’ta yayımlanan (4 Eylül 2002) mükemmel makalesinde söylediği gibi, bölgede, bir toplum olarak ABD’nin neye benzediğine pek kafa yorulmadığını gösteren ucuz bir Amerikan-karşıtlığına kayılıyor.
Hükümetler, ABD’nin kendi ülkelerine yönelik politikasını etkileme gücüne sahip olmadıkları için enerjilerini kendi halklarını baskı altında tutmaya, susturmaya harcıyorlar; bu da, insanın tarihini ve gelişimini öne çıkaran laik fikirlerin ezber bilgi üzerine inşa edilmiş bir İslamcılıkla, rakip konumundaki başka laik bilgi biçimlerinin yok edilmesiyle ve genelde modern söylemin uyumsuz dünyasında fikir çözümlemesi ve değiş tokuşu işini başaramama durumuyla karşılaşıp başarısız olduğu ve hayal kırıklıkları yarattığı kapalı toplumları açmaya zerre faydası olmayan, hınç, öfke ve çaresizlik ürünü beddualar üretiyor. İslam’ın olağanüstü ‘içtihat’ geleneğinin yavaş yavaş kaybolması, zamanımızın en büyük kültürel felaketlerinden biri oldu; bunun sonucunda, eleştirel düşünce ve bireyin modern dünyanın sorunlarıyla cebelleşmesi de son buldu. Bunların yerine bağnazlık ve dogma hüküm sürüyor artık. (…)
Sonuç olarak, insanları ‘Amerika’, ‘Batı’ ya da ‘İslam’ gibi sahte bütünlükler oluşturan başlıklar altında sürüleştirip aslında birbirinden gayet farklı sayısız birey için kolektif kimlikler icat eden korkunç derecede indirgeyici ihtilafların şimdiki kadar güçlü kalamayacağı, bunlara karşı durulması, iktidarı seferber etme güçleri ve etkinliklerinin öldürücü etkisinin iyice azaltılması gerektiği konusunda ısrar ediyorum. Geleneksel değerlere ya da klasik literatüre dönmemize yarayacak duygusal bir sofuluk olarak değil, dünyevi, laik, rasyonel söylemin etkin uygulaması olarak, hümanist eğitimden miras kalan rasyonel yorum becerileri dağarcığımızda mevcut hâlâ.”
Said’in bakış açısı (kullandığı kimi terimler tartışmayı geretirse de), ABD-İsrail belasını öfke ile nefretin berisinde düşünmeye ve mümkün doğru sonuçları bu yolla elde etmeye sevk ediyor.