Geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin önemli holdinglerinden birinin kurucusu bana kendisini sürekli meşgul ettiğini söylediği bir soru yöneltti: “Adnan Menderes ile barışık yaşayan İstanbul sermayesi ve köklü aileler neden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı aynı sıcaklıkla kabullenmedi?” Elbette bu, bizim de üzerinde kafa yorduğumuz sorulardandı. Ancak bu öyle bir sorudur ki birden çok cevap sıralasanız da yine de sorunu çözmüş olmazsınız.
Bu yazıda bu önemli soruya bir cevap ararken buna benim zihnimi meşgul eden başka bir soru daha ekleyip iki soruya birlikte bir çözüm arayalım: “Cumhuriyet Türkiye’sini kurup yönetmek için kurgulanmış Cumhuriyet Halk Parti’sinin mensupları, siyasi iktidardan uzak kaldıkça nasıl olur da ülkeye sahip çıkma fikriyatından da uzaklaşabiliyorlar?” Zira CHP’lilerin en yüksek siyasi motivasyonu vatana sahip çıkma düşüncesi değil miydi?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yirmi yılı aşkın bir süredir Türkiye’yi yönetmesine karşı bu ülkenin nam-ı diğer “kaymak tabakası”nın tavrı öncelikli olarak sınıfsal bir reflekstir. Tanzimat Fermanı’ndan CHP’nin tek parti iktidarına ve sonraki askeri darbeler dönemine kadar Türkiye’nin geleneksel sivil ve askeri seçkinleri arasında ülke yönetiminin halkın içinden gelen sivil siyasetçiler tarafından yönetileceğine dair bir beklenti yoktu. Bu durum, onların nezdinde arızi ve kabul edilmeyecek bir durumdu. Tek parti yönetiminin Millî Şef döneminde İsmet İnönü ve taifesi, kurdukları rejimi kendileriyle özdeşleştirmiş, onu devletin ve milletin varlığından daha çok kutsamışlardı.
Cumhuriyetin kuruluşundan kısa bir süre sonra Birinci Dünya Savaşı’nda ve Millî Mücadele’de Türkiye’nin düşmanı olan ülkeler derhal unutulmuş, onların yerine devrimlere itiraz eden Anadolu insanı ile yeni bir devletin kuruluşuna itiraz etmeden sessiz sedasız bir şekilde iktidardan çekilen Osmanlı Devleti konmuştu.
Klasik bir CHP’li için Türkiye’nin düşmanı İngiltere, Fransa, Yunanistan veya ABD değildir. Onun için düşman her hâlükârda “gerici ve yobaz” addettiği halk kitleleri ile Osmanlı’nın şanlı tarihidir.
Yukarıdaki iki soruya birden odaklanacak olursak devrimi yapanların milletin refahından ziyade küçük bir azınlığın refahına odaklandıklarını söyleyebiliriz. Dünyadaki birçok ülke birbirleriyle kalkınma ve büyüme yarışına tutulmuşken Türkiye fakir bırakılmış, ideolojik söylemler ve nutuklar toplumsal dönüşüm için gerekli politikaların yerine ikame edilmişti.
Devletin refah politikaları, kökü daha çok dışarda olan İstanbul sermayesi, dar bir grup devlet bürokratı ve bunları destekleyen akademisyenler ve sanatçılarla sınırlıydı. Yeni rejimin ayrıcalıklı sınıflarının mensupları on bin kişiyi ancak buluyordu.
Dönemin yönetici ve aydın sınıfı, tarihinden ve değerlerinden o denli kopuk bir hâle gelmişti ki sömürge altına alınamayan Türkiye, yöneticilerinin müstemleke ruhları nedeniyle uluslararası politikada teslimiyetçi bir kimliğe bürünmüştü. Elbette Batı’nın sömürge imparatorluğunun küresel çapta yürüttüğü kültür emperyalizmi bu süreci kolaylaştırmıştı.
Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde ortaya konan “Türkiye Yüzyılı” vizyonu, eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal döneminde “Türk Yüzyılı” ismiyle Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan iddialı bir siyasi vizyonu yansıtıyordu.
Yirmi yıllık AK Parti’nin siyasi iktidarı sırasında Türkiye kalkınma, büyüme, alt yapı, enerji ve diplomasi alanlarında önemi başarılar elde etti. Şimdi de bu başarılara dayanarak yeni bir sefere çıkıyor, ciddi bir atılım gerçekleştiriyor. Ancak bu ülkenin en iyi yetişmiş beyinleri, en köklü iş adamları ve aileleri bu sürecin paydaşı olamıyorlar. Türkiye için bu büyük bir kayıptır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi iktidarı döneminde Türkiye büyüdü ve bu büyümeden en fazla faydalananlar sermaye grupları ile seçkin kesimler oldu. Yine de bu insanların Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik bakış açılarında köklü bir değişiklik olmadı.
Acaba CHP’nin siyasi anlamda bir yenilenmeye gitmemesi bütün bu kesimleri etkileyen bir unsur mudur? Son seçimler sırasında muhalif gençler arasında “Ben bu ülkede yaşamak istemiyorum, ülkeyi ABD yönetse daha iyi olur.” gibi bir söylem vardı. Bu söylem, aslında muhalefetin içine düştüğü siyasi sıkışmışlığa işaret ediyor. Yüzyıllık bir partinin geleceğe dair hiçbir somut vizyon ortaya koyamaması, bunun yerine Cumhurbaşkanı Erdoğan düşmanlığı üzerinden bir siyaset yürütmesi başta seçkinler olmak üzere muhalefet içindeki siyasi çürümeye zemin hazırlamıştır.
Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar bu ülkenin halkı ile seçkinleri ayrı nehirlerde akmıştır. Halk kendi tarihi, kültürü ve dini ile barışık yaşamak isterken Türkiye’nin Batı kültü ile yetişmiş geleneksel seçkinleri daima halkın kültürüne aşağılayıcı gözlerle bakmışlardır.
Ancak toplumun değerleri ile mesafeli olan bu insanlar yekpare bir grup oluşturmaz. Zira zengin olup bu seçkin sınıflara dahil olan Anadolu insanları da onlar gibi yaşamak zorunda kalıyorlar.
Dikkat ederseniz yukarıdaki iki soruya kesin bir cevap bulmak kolay görünmüyor. O hâlde bu yazıda sadece bir öneri sunmakla yetinelim. Siyasi iktidarın ikinci halkasında bulunanlar, iktidar hazzını yaşamayı bir kenara bırakıp bu geleneksel seçkinleri Türkiye Yüzyılı vizyonuna dahil etmenin yollarını aramalıdır. Zira ideolojik olarak Batı’nın bayraktarlığını yapan grup geleneksel seçkinler arasındaki radikal ve köksüz olan kanattır. Ülkenin iyiliğini her şeyin üstünde tutan köklü ailelerin mensupları ise diyaloga açıktır.
Tek bir ifadeyle “Bu vatan kimin?” sorusuna “Vatan her bir Türk vatandaşınındır” cevabını verdiğimize göre milletçe bir misyon ve vizyon ortaklığının yollarını aramamız gerekmektedir.