2013 Gezi kalkışması, darbe zeminini oluşturmak için düzenlendi. Doğrudan amaç, Reis’i devirmekti. Tabii bunu ağaçla ve çevre hassasiyetiyle kılıfladılar.
Bir itirafın tam vaktidir: Ne yazık ki o tarihte başkaca şeyleri göremediğimiz gibi bu olayın ardındaki asıl failleri de göremedik. Sokağa çıkartılanların ideolojik-siyasi aidiyetleri üzerinden yorumlarda bulunduk. Oysa görünürdeki aktörler, birer figürandan ibaretti. Asıl niyeti görmüştük ama asıl failleri görmemiz çok sonraları mümkün olabildi.
Hâlâ Gezi sürecini ağaç ve çevre üzerinden savunanları bence not ediniz. Zira onlar hangi surete bürünmüş olurlarsa olsunlar FETÖ’nün de iplerini elinde tutan güç odağının kullanışlı elemanlarından başkaları değillerdir.
Biz Gezi’nin bir darbe kalkışması olduğunu farkedip bu yönüyle eleştirdiğimizde içimizde en tepemizde olan o birilerinin “uzlaşma” adı altında ne tür siyasi oyunlar içine girdiklerini de unutmadık. Unutmayacağız. Unutturmayacağız.
Reis, sokaktan iktidar devşirmeye çalışan o gürûh için, isabetle, “Çapulcular” demişti. Vay sen misin bunu diyen! O içimizdekilerden birileri Reis’in bu yaklaşımını ve üslubunu yanlış ve sert bularak eleştirmeye başladı. Reis yalnızdı. Yalnızlaştırılmaya çalışıldı.
O tarihte Adıyaman milletvekiliydim. Reis’in bu söylemini yürekten savunan bir kaç kişiden ibarettik biz. Metin Külünk ve Şamil Tayyar gibi…
Dışarıda “Erdoğansız Türkiye!” isteyenler ile “Erdoğansız AK Parti!” İsteyenler amaç birliği etmişlerdi adeta. “Reis’i yedirmeyiz!” dedik. Televizyonlarda Reis’in söylemlerine alenen sahip çıktık. Tabii o içimizdeki etkili-yetkili pozisyonda olanların gözünde artık makbul değildik.
Bizim tezimiz şuydu: “Bu bir kalkışmadır. Hedefteki kişi Erdoğan’dır. Erdoğansız bir Türkiye ve Erdoğansız bir AK Parti olsun isteniyor. Sokaklar karıştırılarak darbe ortamı oluşturulmak isteniyor. Ortaya konan eylemler, vandalizmle buluşan çapulcu eylemlerdir. Reis’i asla yedirmeyeceğiz. Gerekirse milyonları demokratik ve meşru çerçevede sokaklara dökerek bu sürecin önünü kesmeliyiz.”
Reis bir resmi ziyaret için yurtdışındaydı. Yerine yardımcısı Başbakanlık yapıyordu. Dönemin Cumhurbaşkanı ile ağız birliği içinde Reis’in söylemlerini boşa çıkartmak için farklı arayışlara girmişlerdi. Büyülü sözcük ise “uzlaşma” idi. Bizler de sabotatördük onların gözünde. Anlayışımızla, duruşumuzla ve dilimizle…
Burada asla unutmayacağım bir hatıramı aktarmak isterim. Tarihe not düşmek adına.
Bir gün Meclis’te bir grup milletvekili arkadaşımıza Gezi’nin asıl niyetini anlatıyordum. Bu süreci sonlandırmak için kitlesel halde demokratik tepkimizi ortaya koymamız gerektiğini, aksi takdirde sokaktan iktidar devşirmek isteyenlerin gemi azıya alacağını, o yüzden Reis döner dönmez ilk işinin milyonları sokağa indirmek olması gerektiğini anlatıyordum. Reis’in havaalanında görkemli bir kalabalıkla karşılanması gerektiğini de anlatıyordum ki grubun dışında bizi dinleyen yaşça da bizden büyük bir vekil abimiz bana dönerek aynen şunu dedi: “Mehmet Bey sen böyle mi düşüyorsun gerçekten? Çok üzüldüm.” Eskiden de tanıdığım, saygı duyduğum, geçmişte belediye başkanlığı yapmış Reisçi diye bildiğim bir ağabeyimizdi. Şaşırmıştım. Hatta onun adına üzülmüştüm. “Evet, aynen böyle düşünüyorum” demiştim. Adı bende saklı.
Milyonlar sokağa indi. Gezi amacına ulaşamadı. Zira Reis’in güçlü liderliği hem Gezi kalkışmasını sonlandırdı, hem de içimizdekilerin “Erdoğansız AK Parti!” oyununu boşa çıkarttı.
Ama durmayacaklardı
***
Gezi kalkışmasının sonlandırılmasından bir kaç ay sonra FETÖ’cüler bu kez yargı-emniyet üzerinden aleni bir saldırıya geçtiler.
17/25 Aralık 2013, yolsuzluk susturuculu bir darbe girişimiydi.
Gezideki ağaç yerini yolsuzluğa bırakmıştı. Kılıf değişmiş ama amaç değişmemişti: Reis’i itibarsızlaştırıp gözden düşürmek, AK Parti içindeki liderliğini sonlandırıp son kertede yüce divanda yargılanmasını sağlayarak tasfiye etmek!
O tarihte Reis henüz Başbakandı.
Operasyonun hedefindeki asıl kişi kendisiydi.
FETÖ’cülerin bu kalkışması, parti ve hükümet içinde Reis’i ilk başlarda yalnızlaştırmayı başarmıştı.
İlk günlerde sesini soluğunu çıkarmadı en tepedekiler. Hatta ilk ay ne partisinden ne de hükümet üyelerinden neredeyse hiç kimse tepki koymadı. İlk günden itibaren demin adını andığım bir iki arkadaşımız televizyonlara çıkıp savunduk. Televizyonlara çıkmaktan ve tavır koymaktan herkes çekiniyordu. Reis yalnızdı. Derin bir yalnızlığa terkedilmişti. Nitekim bu durumu Reis’in bizatihi kendisi çıktığı bir televizyon programında üzüntüyle açıklamak zorunda kalmıştı.
Bu süreci herkes önemle not etsin. Partinin tarihi yazılırken iç ihanetlerin boyutu yazılmazsa her şey eksik kalır.
Sonrasında Reis Cumhurbaşkanı seçildi. Partiyi ve hükümeti Ahmet Davutoğlu’na emanet olarak bıraktı. Davutoğlu emanetçi olarak değil, partinin sahibi gibi davranınca ipler koptu. “AK Parti’nin lideri benim” demeye başladı. “Erdoğan kurucu liderimizdir. Ona vefa göstermek boynumuzun borcudur.” Vefa adı altında aslında Reis’in liderliği sonlandırılmak isteniyordu. “Erdoğansız AK Parti” dönemi başlatılmak isteniyordu. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan çözüm sürecinde PKK’nın ve partisinin siyaseten elinin güçlendirildiğini ve istenen silah bırakma sürecinin de gerçekleşmeyeceğini görüp tavrını koyunca, o tarihte Başbakan Davutoğlu’nun yardımcısı ve aynı zamanda hükümet sözcüsü olan zat, düzenlediği basın toplantısında, “Sayın Cumhurbaşkanının sözleri kendisine ait sözlerdir, Hükümetimizi bağlamaz. Çözüm süreci aynen devam ediyor” şeklinde karşılık vermişti. O esnada a haber’de programdaydım. Bu sözler karşısında üzülerek tepkimi koymuş ve şöyle demiştim: “Bu sözlere asla katılmıyorum. Erdoğan bizim sadece Cumhurbaşkanımız değil, partimizin ve hareketimizin de lideridir. Onun sözleri kişisel görüşleri değil, partimizi de hükümetimizi de bağlayan sözlerdir.
Başka tür yorumları zinhar kabul etmeyiz ve reddederiz!” A Haber’in arşivi orda. Merak eden gidip baksın. Tabii ki bu tür tepkilerin bir bedeli olur siyasette. Reis’i Külliye’nin dört duvarı arasına sıkıştırıp parti ve hükümet üzerindeki gücünü yok etmeyi amaçlayan bu hamleler Yüce Divan sürecinde çok net bir biçimde görüldü. FETÖ’nün “yolsuzluk kılıflı darbe girişimi”nin son ayağı olan Yüce Divan oylamasında saflar netleşti. Maksat yolsuzlukla hesaplaşma değildi, asıl bu bahane üzerinden Reis’in de Yüce Divan’a gönderilmesini sağlamaktı. Nitekim bu niyetlerini Reis Başbakan iken “Kendisinden nasıl hesap soracağımızı görür!” yollu tehditlerle beyan edenler, Yüce Divan oyunları bozulunca “İşin sonunda Erdoğan yüce divana gidecekti, bu fırsat kaçırıldı!” sözleriyle bizzat teyit etmekten kaçınmadılar. Yüce Divan için oylama yapıldığı o Meclis oturumunu asla unutamam. Müthiş gerilimli bir ortamdı. Meclis grubumuzun içi kaynıyordu. Alttan alta yürüyen bir oluşum vardı. “Yüce divan” için “evet” diyecek olanları tahmin ediyorduk ama bu kadar etkili olabileceklerini sanmıyorduk. İlk oylamada sonuçlar açıkladığında gecenin bir vaktiydi. Şoke olduk. Üzüntümüzü evet dediğine inandığımız grubumuzdan vekillerin üstüne ağır hakaretlerle boşalttığımı hatırlıyorum. FETÖ’nün bu son hamlesine hangi gerekçeyle olursa olsun destek vermek ihanetten başka bir anlam taşımazdı. FETÖ ile bu amaç birliği zinhar kabul edilemezdi. A Haber’e Meclis’ten bağlanıp çok sert bir konuşma yaptım. “İçimizdeki hainler” diye başlayan çok sert bir konuşmaydı. “ Bizden ayrılan FETÖ’cü vekiller sizden daha onurludurlar. Hâlâ içimizde olup da FETÖ’nün amacı doğrultusunda oy kullananlar içimizdeki ihanetçilerdir.” Bunu siyasette elbette bir bedeli olacaktı. Partiden ihraç istemiyle disipline sevkedileceğim bilgisi bana ulaştığında, “Dediklerimin arkasındayım. Gereken neyse yapılsın!” dedim. Sonradan düşündükleri bu işlemden bilmediğim bir sebeple vazgeçtiler. 17/25 Aralık sürecinde FETÖ ile amaç birliği içinde olanları not ediniz derim. 17/25 Aralık her anlamda bir milattır. Partimiz tarihi açısından da, FETÖ ile mücadele süreci açısından da. FETÖ tasfiyesinin başladığı o süreçlerde mağduriyet edebiyatı üzerinden Reis’e karşı kimlerin nasıl tutum aldıkları da asla unutulmaması gereken bir konudur. O süreçte karşıt duruş sergileyenlerden kimilerinin sonrasında gördükleri itibar da önemle not edilmelidir. FETÖ boş durmadı. Yüce Divan hamlesi de önlenince PKK’nın o hendek terörü süreci başladı. (2015) O tarihte valiler, emniyet müdürleri ve jandarma komutanları düzeyinde hayli etkin ve belirleyici olan FETÖ’cülerin rolü iyi analiz edilmeden 15 Temmuz’un tarihi yazılamaz. “Çözüm süreci”nde karşıt -bozguncu rol üstlenen FETÖ, o hesaplaşma süreçlerinde PKK ve partisine yanaştı. Yanaştırıldı. Çünkü her ikisinin de ipleri aynı güç odağının elindeydi. Halen bu ittifak sistemi devam ediyor. Hendek terörü de bitirilince geriye bir tek seçenek kaldığını gördüler. Ahmet Davutoğlu da AK Parti’nin başından alınıp tekrar Reis’in liderliği güçlü bir biçimde pekişince bütün umutları tükendi. 15 Temmuz’da asker üniformalı elemanlarını sahaya sürmekten başka bir seçeneklerinin olmadığını gördüler. O güne kadar “Hani silahları nerde? Elinde silah olmayan ve silah kullanmayan bir örgüte terör örgütü denemez” diyenler, FETÖ’nün ölüm kusan silahlarını gördükten sonra da nedamet giysisi altında tekrar itibarlı konumlarını sürdürmeyi başardılar.