Kavramlar bizim dünyaya bakışımızdaki çerçevelerdir. Dünyayı okuma ve kategorize etme biçimleri olarak da tanımlayabileceğimiz kavramlar, zihnimizin işleyiş biçimini de göstermektedir. Bu nedenle her bir kavrama atfettiğimiz anlam ve onun zihnimizde uyandırdığı çağrışımlar vardır. Fakat siyasetin netameli dönemlerinde aynı kavramların farklı anlam ve çağrışımlara karşılık geldiği de açık. Bu nedenle aşırı politize dönemlerde karşımıza çıkan bu durum, kavramların kullanım ve karşılık geldiği anlamları da bulanıklaştırmaktadır.
Son günlerde Mavi Vatan üzerinden gündeme gelen bu tartışma, zihinlerdeki karmaşayı anlama adına önemli. Türkiye’nin dış politikadaki otonomi arayışına paralel ilerleyen ve deniz yetki alanlarından kaynaklı sorunları çözme adına gündeme gelen mavi vatan, çağrıştırdığı anlam itibarıyla önemli ölçüde üzerinde mutabık kalınması gereken bir kavram. Esasında mavi vatan, Türkiye’nin Ege ve Akdeniz’deki güvenliği ve çıkarlarını imleyen ve bunun egemenlik ile ilişkisini tesis eden bir kavramsallaştırma. Uzunca bir süredir bu alandaki çalışmaları ile temayüz etmiş isimlerin teorize ettiği bu stratejik yaklaşım, aşırı politize edildiğinde bambaşka bir anlama da kavuşabilmektedir. Türkiye’nin tam da bir egemenlik mücadelesi olarak konumlandırdığı bu kavramı tahfif etmek, kavramın iddiası ve geleceği ile ilgili de bir tartışmaya yol açmaktadır.
Siyasetin normalleşmesi sürecinde tartışılan dış tehditlere karşı içeride güçlü bir cephe kurulması çağrısı, bu tartışmalar üzerinden de ciddi zararlar görebilmektedir. Bu açıdan masal tartışması ile başlayan ve sonrasında bambaşka bir evreye taşınan bu süreç, Türkiye’nin dış politikası ile ilgili yeni tartışmaları beraberinde getirmektedir. Örneğin bu tartışmayı başlatan bir dönemin hariciyecisi, Türkiye’nin Somali’deki varlığını Wagnercilik ile eşitlemeye çalışmakta ve Türkiye’nin bu bölgedeki varlığını gayri meşru görmektedir. Otoriter emperyalizm kavramı üzerinden Türkiye’nin Afrika’daki varlığını bir tür tehdit olarak gören bu yaklaşım, dış politikadaki çeşitliliğe ilişkin de sorunsallaştırıcı bir dil benimsemektedir. Bu tür bir çeşitliliği Türkiye’nin Osmanlıyı diriltme çabası olarak okuma anlayışı ise bizim on yıl önce Batı basınında sıklıkla karşımıza çıkan bir yaklaşım aslında.
Özellikle son yıllarda önemli sonuçlar doğuran her kritik kararda, Türk dış politikasını belirli bir alana sıkıştırmaya çalışan söylemlere tanıklık edilmiştir. 2009 Davos krizi sonrasındaki eksen kayması tartışmaları, Arap Baharı sürecinde Türkiye’nin bölge açısından bir model olabileceği tartışılırken gündeme gelen neo-Osmanlıcılık ve son olarak Mavi Vatanın sıradanlaştırılması ve hatta kriminalize edilme çabası. Sadece bu süreç ve kavramlardaki tutum bile, Türkiye’nin statükoyu aşma noktasında karşılaştığı zorlukları göstermektedir. Halbuki Türkiye’nin Libya’da ve Somali’deki varlığını sorunsallaştırmak yerine bu varlığın ne anlama geldiğini tartışabilsek, kavramlarla ilgili belirsizliği de ortadan kaldırmış oluruz.