Değerli kardeşimiz,
"Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz." (Tekvir, 81/29)
Çünkü her şeyi bilen, tam hüküm ve hikmet sahibi olan, Allah’tır. Her şeyi bildiği gibi, rahmet ve hidâyete lâyık olanları da pek iyi bilir.
Bir önceki âyet, dileyenin, Kur’ân’ın rehberliğinde Rabbine varan yolu tutacağını bildirirken, 29. âyet yüce Allah’ın dilediği kimseleri rahmetiyle kucaklayacağını bildiriyor. Demek ki samimi müminler, kendilerini bütün varlıklarıyla Allah’ın iradesine teslim ederler.
Bizim yaratılmamız ve bulunduğumuz ülkede dünyaya gelmemiz; belli bir aile ve çevre içinde yer almamız, bizim isteğimiz ve irâdemizle gerçekleşmemiştir. Bütün bunlar ilâhî meşietin teaellisiyle vücut bulmuştur. O, ezelde sonsuz ilmiyle, meşietiyle nasıl bir plân hazırlamışsa öyle oluyor.
Dünyaya gelip teklif cağına ayak basınca, yani reşîd olunca irâdemize yer veriliyor; ilâhî buyruklar tebliğ edilerek yönlendirilmek isteniyoruz. Bu noktada biraz durup düşünmemiz gerekiyor. Şöyle ki: Tebliğ ve irşaddan sonra durum bir yandan kulun irâdesine bırakılırken diğer yandan Cenâb-ı Hakk'ın irâdesinin hâkim olduğu belirtilerek «O dilemedikçe siz dileyemezsiniz.» buyuruluyor. Dış görünümüyle, «insan belli bir çizgide ilâhî irâdeye bağlı kalıyor» sonucu ortaya çıkıyor. O, kulun doğru yolu bulmasını isterse, kul doğru yolu bulabiliyor; dilemezse bulamıyor.
Bu mânayla insan neden sorumlu tutuluyor? Âyetin asıl delâlet ettiği mana ve hükmü tesbit etmeden sırf zahirine bakacak olursak, Kaderiyye ve Cebriyye mezheplerinin iddialarının isabetli olduğu duygusu uyanıyor. Oysa mesele çok ciddi ve son derece incedir. Hikmeti kavranmadıkça sonuç çıkarmak çok zordur. 29. âyetle Cenâb-ı Hak kendisiyle kulları arasına koyduğu imkân ve irâde çizgisinden; diğer bir anlatımla hidâyet çizgisinden söz etmektedir. Şöyle ki:
İnsan akıl, zekâ ve iradesiyle, aldığı dinî öğüt ve bilgiyle o sınıra gelmedikçe, Allah'ın yüksek irâdesi tecelli etmez ve o sebeple de kula hidâyet kapısı açılmaz.
Hemen her konuda bu sınır önümüzde bulunmuyor mu? Tarlasını sürmeden, emeğini ortaya koymadan kuru toprağa tohum serpmek istenilen neticeyi vermez. İnsan burada da kendine düşeni lâyıkıyla yerine getirmekle yükümlüdür; ondan sonrası ilâhî meşiete kalır. Artık o noktada Cenâb-ı Hak dilemedikçe kul dileyemez; O'nun hidâyet ve yardımı tecelli etmedikçe, kul doğru yola giremez ve başladığı işte istediği neticeyi alamaz.
Konuyu şöyle özetleyebiliriz:
Bir zorlama veya insan irâdesinin geçersizliğini ortaya koyma diye bir hüküm yoktur. Tamamıyla sözünü ettiğimiz imkân ve irâde sınırına kadar erişme olayı söz konusudur. O çizgiye gelindiğinde ilâhî irâde ve hidâyetin tecellisi her türlü irâdenin üstünde rol oynar; dilediğine hidâyet kapısını açar, dilediğine açmaz. İrâdesini kullanmayan, o sebeple de belirtilen çizgiye kendini getirmeyen kimseye ise, hidâyet kapısı açılmaz.
"Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz" cümlesi, yüce Allah'ın insanın öz yaratılışına yerleştirdiği seçme ve dileme yeteneğini ifade etmekte, yoksa yan bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü insana bu yeteneğin verildiği, Kur'an'm bir çok ayetinde kesin ve net ifadelerle vurgulanmıştır. Öyle ki, bunu İslam öğretisinin sağlam ilkelerinden biri olarak nitelendirebiliriz. Üstelik, bu irade ve yeteneğin de insanda mevcut olmasını dileyen bizzat yüce Allah'tır. Dolayısıyla, insanların hidayeti ya da sapıklığı seçmeleri bu kapsama girer. Yani, Allah'ın izniyle (anladığımız kadarıyla) arada bir çelişki yoktur. Ayet-i kerimenin Peygamberimizi (asm), gördüğü olumsuz tepkilerden dolayı teselli etmesi, bunun yanında kafirleri, temel nitelikleriymiş gibi zalimler biçiminde vasfetmesi, onların kötü niyetlerinden ve zulümlerinden dolayı hidayetten yüz çevirip Allah'ın azabını hakettiklerine ilişkin güçlü bir ipucudur. Bu da "Dilediğini kendi rahmetine sokar" cümlesinin "iyi niyetli, gerçekten hidayete ermek isteyen kimseleri..." şeklinde yorumlanması erektiğine ilişkin bir mesaj niteliğindedir.
Eğer bu dünyada Allah dünyanın konumu, imtihanı gereği dileyip bir irade vermemiş olsaydı, haydi buyurun istediğinizi tercih hakkını size veriyorum dememiş olsaydı, hiç kimsenin böyle dilediğini tercih hakkı olmayacaktı. Yani bilesiniz ki ey insanlar; sizin şu anda küfrü, isyanı tercih edebilmeniz de Allah’ın verdiği bu izne bağlıdır. Eğer melekler gibi, dağlar, taşlar, sema, ay, yıldızlar, güneş, bitkiler, madenler gibi sizlerin de boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucunu doğuştan eline alıvermiş olsaydı Rabbiniz, yani tıpkı o varlıklar gibi sizi de iradesiz yaratmış olsaydı, şu anda hiç biriniz dilediğini tercih hakkına sahip olmayacaktı.
Bu imkân ancak insana tanınmıştır. İsyan edebilme, kafa tutabilme özgürlüğü Allah yasaları gereği sadece insana tanınmıştır. Onun içindir ki, insanın itaati diğer varlıkların itaatinden farklıdır. Yani insanın Allah’a itaati kölenin efendisine itaatinden farklıdır. İsyan etme özgürlüğü verildiği için insanın itaati kıymetlidir. Aslında bütün varlıklar da Allah’a itaat etmektedirler ama onların itaati isyana imkân vermeyen bir itaat olduğundan insan gibi değillerdir. Melekler de, dağlar da, semâvât da, arz da, yıldızlar da, ay da, hayvanlar da, bitkiler de Allah’a kulluk yapmaktadırlar, ama onların itaati kendi fıtri halleridir.