1950 yılından beri serbest ve dürüst seçimlerle vatandaşları için gerçek bir yönetime katılım kanalı oluşturan seçimler, halka rağmen halkı yönetmeye alışmış kesimler için tam bir umudun kesada düştüğü alan olmuştur. O yüzden demokrasinin çaresiz ve kifayetsiz ama bir o kadar muhteris seçkincileri kendi iktidar arzularını gerçekleştirmenin başka yollarına tevessül etmişlerdir.
Demokrasinin olağan yolları kendilerine fazla yorucu ve umutsuz geldikçe demokrasiyi de bütün sonuçlarıyla birlikte aşağılamışlardır. Kendi muazzam, yüksek, kaliteli, seçkin oyları ile çobanın, köylünün oylarını aynı sandığa döken demokrasiye öfkeleri hiçbir zaman dinmemiştir. Bu öfkeyle darbe yolları her zaman seçim yoluyla halkın oyunu toplamaktan daha cazip daha kolay gelmiştir.
28 Şubat günlerinde halkın yüzde 99’u dahi bu mürtecileri seçerse geriye kalan 1’lik o seçkin zümrenin Cumhuriyeti müdafaa için devreye girmekten çekinmeyeceğini pervasızca anlatan hukukçular, profesörler, rektörlerin nutuklarını bolca işitiyorduk. 27 Nisan 2007 e-muhtıra sürecine gittiğimiz dönemde bizzat YÖK Başkanı “bunlar hükümeti seçimler yoluyla ele geçirdiler bir şekilde, ama şimdi de gözlerini devlete diktiler, devleti onlara bırakmayacağız” mealinde sözler söylüyordu. Bunun için ordu göreve davet ediliyordu.
Yaptıkları ve yapacakları şeyin halka rağmen bir şey olduğunun çok iyi farkındaydılar. Halkta bir karşılıklarının olmadığını biliyorlardı. Ama halkın kandırılmış olduğunu da düşünüyorlardı. Bu demokrasinin garip işleri, halka sorduğunuzda bu ülkeyi ya davulcuya ya zurnacıya götürüp teslim ediyor işte diyerek demokratik kültürü ne kadar benimsemiş olduklarını gösteriyorlardı.
Demokrasi en iyi ihtimalle ara sıra “balans ayarı” yapılması gereken, sık sık arıza yapan, yoldan çıkaran bir sistemdi. Ancak bu balans ayarının konvansiyonel darbe yoluyla gerçekleşmesi de ilanihaye sürebilecek bir şey değildi, olamazdı. Neticede darbenin, hangi bahaneyle olursa olsun ister demokrasiyi ister cumhuriyeti korumak adına olsun suç olduğu, ahlak dışı ve demokrasi düşmanı bir suç olduğuna dair bilinç düzeyi yükseldi. O yüzden darbelerin “postmodern” olanlarını, “balans ayarı” şeklinde gündeme gelenlerini, bazen kitlesel sokak eylemleri ve mitinglerinin arkasına gizlenenlerini de gördük.
27 Nisan, Cumhuriyet mitinglerini, görünürde demokrasinin en önemli araçlarından biri olan meydan mitinglerini darbeye yol açıcı bir araç olarak kullanmıştı. Gezi hadiseleri ise bütün dünyada demokratik bir tepki gibi görülmeye çok müsait bir seri kitlesel eylemdi. Arap Baharı konjonktüründe güçlü bir meşruiyet zeminini de istismar ediyordu. Neticede hiç alışıldık olmayan yollarla adım adım ilerleyen bir darbe teşebbüsü olarak algılandı.
Ancak darbelerin en sinsisi ve en tehlikelisi hiç kuşkusuz yargı yoluyla, hele hükümeti yolsuzlukla suçlayarak geleniydi. Aslında 17-25 Aralık darbe modeli dünyanın birçok yerinde sıkça uygulanan bir darbe biçimidir ve darbe gerçekleştiğinde kimsede bunun bir darbe olduğuna dair bir his bile oluşmaz. Halen dünyanın birçok yerinde insanların ruhu duymadan gerçekleşmiş birçok darbeyle işbaşında duran yönetimler vardır.
Darbeler neticede iktidar erkini salt demokratik yolların dışına çıkarak ele geçirme yolunda yapılan bütün girişimleri kapsar. Darbe için oluşan konsorsiyumlar, ittifaklar hiç kuşkunuz olmasın seçimleri de bütün çabalarını sarf edecekleri bir fırsat olarak görürler. Başarırlar veya başaramazlar, ama bu alanı da boş bırakacaklarını kimse sanmasın.
Madem ki sandık her zaman halk iradesine vurgu yapan demokratik siyasetin en güçlü argümanı, en güçlü kozudur, Türkiye’de seçimlerin iktidarı, siyasetleri ve genel siyasi durumları değiştirme konusunda sağladığı imkân vatandaşı güçlü kılarken, demokrasi düşmanı güçlerin her zaman iştahını kabartan bir alan olmaktan geri kalmamıştır. Sandıklara giren oyları istedikleri gibi sayıp sonucu istedikleri gibi yansıtamasalar da sandığa girinceye kadarki süreci yönetme konusunda her türlü aktivitelerini görebiliyoruz.
7 Haziran 2015 seçimlerinde, yani 15 Temmuz darbe teşebbüsünden bir yıl önce, 17-25 Aralık’tan da bir buçuk yıl sonra tam da denedikleri şey bir seçim yoluyla darbeden başkası değildi. 17-25 Aralık ile 15 Temmuz darbe teşebbüsünün failleri 7 Haziran seçimlerinde bütün güçleriyle seçim sonuçlarını etkilemek için ellerinden geleni yaptılar. Yurtiçinde ve yurtdışında, konvansiyonel veya sosyal medya makinalarıyla, uluslararası lobileriyle veya Türkiye’de giriştikleri inanılmaz ittifak ağlarıyla sonuca etki etmeye çalıştılar ve bir ölçüde başardılar da. O seçimde HDP’nin iktidar partisi AK Parti’den bile çok daha yoğun ve çok daha kapsamlı, inanılması zor bir seçim kampanyası düzenlediğini kim unutabilir. O kampanyanın finansman kaynaklarına dair devletin elinde çok önemli bilgiler olduğunu biliyoruz.
Seçimleri elbette kimse darbe olarak niteleyemez. Neticede seçimler, demokratik iradenin tecelli ettiği vesilelerdir. Ancak o seçimlere giden süreçte ittifakları bir araya getiren zoraki ve organize aklı seçimlerden önce defalarca darbe teşebbüslerinde gördük hep.
Bu ittifakın HDP ayağı, temsil ettiği siyaset tarzıyla, yıllardır Türkiye’nin demokrasisinin gelişiminin önündeki en önemli engellerden biri olarak kendine özgü bir işlevi yerine getiriyor. Seçim yoluyla kendileriyle eşit şartlarda yarışmaktan hiçbir zaman geri durmamış, şimdi de bu yarışa giren Erdoğan’ı ve AK Parti’yi ele güne “diktatör” diye bağıra çağıra şikâyet eden bu ittifakın kendisinin hangi zorlayıcı girişimle bir araya gelmiş olduğunu sormak bile bize çok şey söyler.
Aşırı Kürt milliyetçiliğini aşırı Türk milliyetçiliğiyle, her ikisini CHP ile, Saadet Partisi ile, yıllarca AK Parti’de siyaset yapmış simalarla bir araya getiren güç her birinin kendi iç motivasyonu olamaz elbet.
Kaynağı çok da meçhul olmayan bu motivasyonu daha açık biçimde darbe teşebbüslerinde de gördük. Şimdi orada defalarca deneyip elde edemediklerini seçimler yoluyla elde etme hırslarını görmezden mi gelelim?