7Ekim hâdisesi, sıcağı sıcağına yaşanırken tahminler havada uçuşuyordu. Kimileri bunun doğrudan HAMAS’ın tek taraflı bir çıkışı olarak değerlendiriyordu. Bu değerlendirmede bulunanlar hâdiseyi, on senelerce bir sıkışmışlık yaşayan, buna rağmen dünyâ kamuoyunun gündeminden düşen; üstelik Körfez Arap devletlerinin İsrâil ile yakınlaşmasını bir terk edilmişlik olarak gören Kassam Tugaylarının “artık ne olacaksa olsun” kabilinden bir çıkışı olarak nitelendiriyorlardı. Hâdisenin bir anlık öfkenin mahsulü olmadığını, HAMAS’ın buna yaklaşık iki senedir hazırlanmış olduğu da ilâve ediliyordu.
TÜRDEF VE HÜDAPAR GENEL BAŞKANLARI İSTANBULDA BİRARAYA GELDİLER.
Bir başka değerlendirme ise, yukarıdaki yaklaşımı benimsemekle berâber, HAMAS’ı bu harekâta, İran’ın ve başta Hizbullah olmak üzere İran’a müzâhir bölgesel kuvvetlerin kışkırttığını iddia ediyordu. Buna göre İsrâil’in kendisini vurmak azim ve kararlılığında olduğunu gören İran, İsrâil’i durdurmak için, Gazze’nin sıkışmışlığını kullanarak kışkırtmıştı. İran buna ilâveten yakınlaştığı Çin ve müttefiki Rusya’yı da Ortadoğu’ya çekmek niyetindeydi. Onlar için de gün bugündü. Batı tekmil kaynaklarını Ukrayna için harcarken İran bunu bir fırsata çevirmek istemişti.
“Hayır, 7 Ekim ne HAMAS ne de İran’a mâl edilebilir. Bunun arkasında İsrâil var” tezini ileri sürenler de yok değildi. Bu tezin iki farklı yorumunun olduğunu hemen kaydetmeliyiz. İlk yoruma göre, İsrâil güvenlik sistemi epeydir açık vermekteydi. Bilhassa Netanyahu hükûmeti kurulduktan sonra gündeme gelen hukuk reformu İsrâil kamuoyunu bölmüş ve kutuplaştırmıştı. O günlerde İsrâil kamuoyu hakikaten de hop oturuyor, hop kalkıyordu. İç meselesine gömülen İsrâil’in güvenlik zaafını gören HAMAS da, “gün bugündür” diye harekete geçmiş ve İsrâil’in karizmasını çizen bu eyleme imza atmıştı. İsrâil’i merkeze alan bu görüşün diğer yorumu ise, içeride sıkışan Netanyahu hükûmetinin, savaş çıkararak durumunu telâfi etmeye karar verdiğini, istihbârî olarak ikâz edilmiş olmakla berâber, bunu şuurlu olarak ka’le almadığını; âdeta HAMAS’ın eylemine göz yumduğunu iddia ediyordu.
Meseleye İsrâil-Filistin denklemi olarak bakmakta ısrarlı olanlar, ABD ve Birleşik Krallığın bile gâfil avlandığını, donanmalarını getirmelerinin sebebinin Hizbullah ve İran’ın dâhil olmasına, bir bakıma yangının büyümesine mâni olmak olduğunu iddia ettiler. “İsrâil söz dinlemiyordu”; iyisi mi, onun Filistin ile hesaplaşmasına rıza göstermekle yetinmeliydiler. Savaşın büyümesine ancak bu şekilde mâni olabilirlerdi. Bu sûretle İran’ın “oyunu” da bozulmuş olacaktı.
Bu durumda Putin, İran çok arzulasa da İsrâil-Filistin meselesinde topa girer mi? Ekonomik meseleleriyle boğuşan Çin’in durumu da bundan farklı değil.
(Kiev hükûmeti ise bekleneceği üzere tam bir hayâl kırıklığı yaşadı; anlaşılıyor ki bundan sonra daha da yaşayacak).
Şahsî kanaatim odur ki, 7 Ekim ve arkasından yaşananlar, ne ABD ne de Birleşik Krallık için bir sürpriz oldu. Ertesi gün donanmalarıyla Levant bölgesinde zuhûr etmeleri durumu kontrol etmek için değil; tam aksine İsrâil’in güvenliğine tam destek vermek içindi. İran’ın, ortaklarıyla geri duracağını onlar da biliyorlardı. Nasıl ki, 1982’de Sadra ve Şatilla katliamlarında Falanjistlere İsrâil kol kanat gerdiyse; bu defâ da İsrâil’in katliamlarına ABD ve Birleşik Krallık perdeleme yapıyor. Niyetleri, İsrâil’i bir vekil güç olarak kullanıp Sûriye ve Irak’ı istedikleri şekilde tanzim etmek. Bu elbette İsrâil’in de işine geliyor. Yâni bu savaşın büyümesine mâni olmak değil dertleri. Tam aksine, savaşı büyütmek için oradalar. Son ateşkes girişiminin ABD’den veto yemesi bunun açık ıspatıdır. Her ne kadar, beri durarak geçici bir rahatlama yaşamış olsa da İran, eninde sonunda bu savaşa çekilecek. Anladığım bu. ABD ve Birleşik Krallık Rusya ile ne Ortadoğu ne de Akdeniz’de karşı karşıya gelmeyecektir. Rusya’ya dâir hesapları Karadeniz’de açılmıştır. Kırım ve Kafkasya’dır cepheler. Bu cephelerde yaşanan göreli donmalara aldanmamak gerekir. Her an yeniden canlanabilecektir.