Ekleme
Tarihi: 29 Mayıs 2023 - Pazartesi
Hem fethin yıldönümü hem de üstad Necip Fazıl Kısakürek’in vefatının 40. sene-i devriyesi münasebetiyle yazdığım yazılara bugün de devam ediyorum. Fethin anlamı üzerinde yoğunlaşacağım…
FATİH SULTAN VE NECİP FAZIL: İKİ ÖNCÜ HAKİKAT MEDENİYETİ YOLCUSU
“Eğer İstanbul fethedilmeseydi ve Osmanlı güçlenerek tarih sahnesine çıkmasaydı, İslâm medeniyeti sanki yok olmanın eşiğine gelmek üzere gibiydi.”
Bu tespit, bizden birine değil, Batılı bir tarih felsefecisine, Arnold Toynbee’ye ait.
Osmanlı’nın İstanbul’u fethinin, yaşadığımız birinci medeniyet buhranının aşılması sürecinde oynadığı tarihî rolün, hem İslâm tarihinde, hem Avrupa tarihinde, hem de insanlık tarihindeki sonuçlarını -dışarıdan bir gözle- belki de bizden daha iyi farkedebilmiş bir tarih felsefecisi, Toynbee.
Aynı şekilde, üstad Necip Fazıl’ın, bu ülkenin aydınlarının İslâm’la yeniden muhkem bir ilişki kurmalarında oynadığı o kilit rolün de henüz farkında değiliz.
Oysa, İslâm medeniyetinin tarihten silinmek üzere olduğu bir zaman diliminde, birinci büyük medeniyet krizini bütün iliklerimize kadar yaşadığımız bir yokoluş mevsiminde İslâm medeniyetini yeniden dirilten ve ayağa kaldıran İstanbul’un fatihi Fatih Sultan Mehmed ile, birincisinden daha şiddetli bir krizin, müslümanlar olarak tarihte ilk defa yaşadığımız bir fetret döneminin eşiğine sürüklendiğimiz ikinci büyük medeniyet buhranının İslâm’ın tarihin yapılmasında kilit rol oynayan aktörlerden biri olarak tarihten çekilmesine yol açan, bizim yokolmanın eşiğine gelmemize neden olan ve tam bin yıl boyunca insanlığın ufku ve umudu olmuş “Anadolu kıtası”nı tastamam bir ruhsuzluklar ülkesine, bir “çorak ülke”ye dönüştürülen Türkiye”nin hilkat garibelerini andıran aydınları arasında “Büyük Doğu” gibi bir medeniyet kıvılcımının fitilini ateşleyen, bize ruh üfleyen, gönüllerimizin ve zihinlerimizin fatihi / dirilticisi Necip Fazıl’ın kişilikleri ve “eylem”leri arasında bugüne kadar gözardı ettiğimiz çok büyük, “kışkırtıcı”, zihin açıcı paralellikler var.
Hâl böyleyken, İstanbul’un fethinin sadece lokalize törenlerle, üstad Necip Fazıl’ın vefatınınsa yalnızca bir iki etkinlikle hatırlanması, oldukça acı verici ve düşündürücüdür.
FETİH, VAREDİŞ YOLCULUĞU; İŞGAL, YOKEDİŞ “ÇAPULCULUĞU”
Sanki bu unutkanlığımız, zihin ve hafıza kaybımız yetmiyormuş gibi bir de tersi dönmüş ahmak birilerinin fethi işgal ile özdeşleştirme sığlığı ve soysuzluğu sergilemeleri karşısında insanın nutku kesiliyor gerçekten. O yüzden Fatih Sultan Mehmed ile üstad Necip Fazıl’ın “fetih”leri ve “fatihlik”leri meselesine geçmeden önce fetih ile işgalin neden esas itibariyle aslâ birbiriyle alakâsı bile olmayan iki farklı eylem biçimi olduğunu gösterme mecburiyeti hissediyorum.
Moğolların Doğu’da terör havası estirdikleri, Avrupalı haydutların ve barbarların ise Amerika ve Afrika kıtasındaki medeniyetlerin kökünü kazımakla iştigal ettikleri bir zaman diliminde Osmanlı’nın gönülleri fetheden medeniyet atılımı, pagan uygarlıklarla vahiy medeniyetleri arasındaki farkı çok iyi gözler önüne seren bir hâdisedir.
Fethi, işgal ile özdeşleştirmeye kalkışmak sadece tersi dönmüş ahmaklara özgü bir pergelini şaşırmışlık hâli ve göstergesidir: Tersi dönmüş ahmakların, fethi, kefer-i fecere’nin işgaliyle, sömürgecilikleriyle karıştıracak kadar kafaları işgal, zihinleri de iğdiş edilmiş olabilir...
Oysa fetih, her şeyden önce, fatihlerin ve mücahidlerin nefisleriyle kıran kırana giriştikleri bir nefs terbiye ve tezkiyesinin, bir arınma, bir kendini tanıma, zaaflarını aşma ve kendinden taşmanın adıdır. Fetih, zorlu bir çilenin, üstad Necip Fazıl’ın deyişiyle “bir oluş sırrı” çilesinin hem adı, hem de eseridir.
FETİH, BÜYÜK RÜYALARIN ÇOCUĞUDUR
Fetih, büyük rüyalar sonrasında hayat bulur; işgal ise amansız ve acımasız hayallerin zuhûratı ve vukûatı olan şer-şeytan bir eylemdir. Lewis Mumford’ın 20. yüzyılın başlarında, İsmet Özel’in ise sonlarında dikkat çektikleri gibi hayal, dünyevî bir serkeşlik, sarhoşluk ve “uyanıklık” hâlidir; rüya ise öte kaygısının, sâhibini ötelere, ötelerin ötesine ulaşma azmi ve cehdi ile harekete geçiren bir ayıklık ve varoluş hâli; derûnî “bir oluş sırrı”dır.
İşgal, hayalcilerin işi ve meşgalesidir; fetih ise büyük rüyalar gören gönül “er”lerinin, insanı kendi varoluş sırrına erdiren gazâ ve cehdlerinin işi.
İşgalciler, hayalperest ve maceraperest kişilerdir. Bu nedenledir ki, işgalcilerin yaptıkları her işin, attıkları her adımın, gördükleri her büyük hayalin hayalete dönüşmesi, hayatı zehir etmesi kaçınılmazdır.
Oysa büyük rüyaların adamı olan fatihlerin attıkları her adımın, yaptıkları her işin, sadece insanlara değil, her şeye, her varlığa hayat bahşetmesi tabiîdir.
Örneğin, Avrupalı hayalperest ve maceraperestlerin girişimleri 1492 yılında hem Endülüs’ün, hem de Amerika kıtasının işgaliyle ve işgal edilen topraklardaki medeniyetlerin köklerinin kazınması ve kurutulmasıyla sonuçlanmıştır. Oysa Müslümanların İspanya’yı fetihleri, bir hayalperestliğin ve maceraperestliğin ürünü olmadığı için İspanya’da hem yepyeni bir medeniyetin çiçeklenmesiyle, hem de orada varolan diğer dinlerin ve kültürlerin hayat bulmalarıyla neticelenmiştir.
Yine bu nedenledir ki, Endülüs, Avrupalı maceraperestler ve “barbar”lar tarafından işgal edildiğinde, işgalcilerin estirdiği terör havası, hem bu barbarların, insanlığın ilim, kültür, düşünce ve sanat zirvesinin şaheserlerini ortaya koyan Endülüs medeniyetini gözlerini kırpmadan yerle bir ederek yoketmelerine neden olmuş, hem de bu terör havasından kurtulmak isteyenlerin İslâm medeniyetinin parlayan ve yükselen yeni yıldızı olan bir başka İslâm yurduna, “barış / İslâm” ve adalet yurdu Osmanlı ülkesine sığınarak hayatlarını ve dünyalarını emniyet ve güven altına alabilmeleri mümkün olabilmiştir.
Görüldüğü gibi, işgal ile fetih’i aynı şeylermiş gibi görmek ve göstermek büyük bir gaflet, dalalet ve cehâlettir: Çünkü işgal, hayalcilerin tahrip ve yıkım eylemidir; oysa fetih, hayata ruh katan, insana oluş ve varoluş sırrını keşfettiren, herkese ve her şeye hayat bahşeden bir büyük rüyanın tahakkuk etmesi, “barış / İslâm”, esenlik ve adalet yurdunun tesis edilmesi fiilidir.