Sivas'ın Manevi Büyükleri
Bu sayfada Sivas’ta yaşamış Manevî üstünlüklere sahip kişilere ait bilgiler bulunmaktadır.
Bu sayfada Sivas’ta yaşamış Manevî üstünlüklere sahip kişilere ait bilgiler bulunmaktadır.
Abdulvahabi Gazi Hazretleri
Abdulvehhab Gazi Hazretleri, Sivas’ta, Kilavuz mahallesi üzerinde Akkaya ismindeki bir tepede kendisi ici yaptirilan türbesinde medfundur.
Mahalli rivayete göre, Sahabidir. “Lä ilahe illallah Muhammedürrasulullah” yazilli olan Peygamberimizin sancagini, cihad icin hazirlanan ordunun önünde tasimistir. Peygamberimizin sancaktari, bayraktari olarak bilinir.
c) Hicri 113 tarihinde Sivas yakinlarinda ve Battal Gazi’nin de bulundugu bir savasta sehid düsmüs ve bugünkü bilinen yere defnedilmistir.
Abdulvehhab Gazi’nin menakibi (Hicrii 1100, Miladi 1688) senesinde ulemadan Sari Hatip Zade Ahmet Hamdi Efendi tarafindan nazmen kaleme alinmistir.
Abdulvahabi Gazi İlköğretim Okulumuz da adını Yukarı Tekke’de türbesi bulunan büyük ve kıymetli bir zat olan Abdulvahabigazi Hz. Almıştır. Abdulvahabigazi Hz. Peygamber efendimizin sancaktarlığını yapmış ve birçok gazalara katılmıştır.
Aslen Sivaslı olup , babası Buht , dedesinin adı Sehsas , annesi ise Zat-Al Humma ‘ dır. Doğumuna ait bir belge bulunamamıştır. 130 yıl yaşadığı tahmin edilmektedir.
Türbe ve tekkeler içinde özel bir yeri ve önemi bulunan Abdulvahabi Gazi Türbesi Sivas’ta halkın çok önem verdiği ve ziyaret ettiği türbedir.
Abdulvahabigazi Hz. nin mezarı kireç ocağındaki Akaya ‘ya yapılmıştır. II. Mahmut zamanında bir zatın rüyasına giren Abdulvahabigazi Hz. mezarının yukarı tekkeye yapılmasını istemiş , o zamandan beri mezarı yukarı tekkededir. Türbenin etrafı şehir mezarlığı olarak yapılmış , türbenin yanındaki camii inşa edilerek halkın ibadet ve ziyaretine açılmıştır.
iHRAMCIZADE İSMAIL HAKKI
1880 yılında Sivas’ta doğmuştur. Dedelerinin Kabe’nin ihramını değiştirmek gibi bir görevi olduğundan aile isimleri “İhramcızade” olmuştur.
Ulu Camiinin onarılması, birçok köye su getirilmesi, köprü ve 27 adet çeşme yaptırması önemli hayır işlerindendir. 1969 yılında vefat etmiştir.
Ahmet Turan
Tanyu, Soğuk Çermik kaplıcasında bir tepenin üstünde bulunan Ahmed Turan Gazi’nin ziyaretgahının rağbet gördüğünden söz eder . Sivas yakınlarında Soğuk Çermik civarında çok şiddetli bir savaş olur. Bu savaşta Hz. Cafer, Ahmed isimli bir kafirle cenge tutuşur ve onu yener. Hz. Cafer'in yiğitliği ve mertliği karşısında Ahmed şehadet kelimesini getirerek müslüman olur. Bunun üzerine Ahmed, Hz. Cafer'e ‘Battal’ ismini verir. Hz. Cafer bundan sonra Battal Gazi ismiyle şöhret bulur. Battal Gazi de, Müslüman olan Ahmed'e Turan ismini verir. Ahmet Turan müslüman olduktan sonra Battal Gazi ve Abdulvehhab Gazinin yanında, müslümanların safında savaşa girer. Savaş şiddetlenir. Gazilerin çoğu şehit düşer. Bu arada Ahmet Turan da şehit olur. Ahmet Turan'ın mübarek cesedini bulurlar ve Soğuk Çermik’teki yüksek yere, kayanın üstüne defnederler
Bir çarpışma sırasında atı, karşıki tepeden yaklaşık 350-400 metrelik mesafeye sıçrar ve nal izleri hâlâ durmaktadır, denilir. Şehit düşerken kayalardan sular fışkırır ve bugünkü ılıca suyu ortaya çıkar. Ilıca suyunun şifalı oluşunun sebebi bundandır. Yukarıdaki tepeden aşağıdaki çermiğe (ılıcaya) kolunu uzatarak abdest aldığı anlatılır. Burası özellikle çocuk sahibi olmak isteyen ve her türlü dileği olanlar tarafından ziyaret edilir. Çocuk dileği olan kadınlar, ufak ölçüde" "ılmeak = salıncak" yapıyorlar ve bu salıncağa taş koyarak sallıyorlar. Çocuk olursa adanan kurban bu ziyaretgahta kesilir, adı Ahmet Turan / Ahmet Duran konulur. Bu şekilde çocuklarına Ahmet Turan ismini koyan aileler bir hayli çok olup Sivas ve havalisinde çok sayıda Ahmet Turan ismi vardır.
Danimendname’de sözü edilen Abdülvehhap Gazi ve aynı tarihte şehit düştükleri nakledilen Ahmet Turan’ın da Hakkı Önkal’ın düşüncesine göre, 1080’de vefat etmiş olduğu ileri sürülebilir.
Şeyh Erzurumi
Şeyh Erzurumî türbesi, il merkezinin güneyinde Malatya yolunan sağında Kızılırmak mahallesinde eski mezarlığın içinde kare planlı, prizmal gövdeli bir türbedir (1). Yapının sağ tarafında bulunan kitabesi okunamayacak durumdadır. Şeyh Erzurumi Ahmet Eflaki’nin Ariflerin Menkıbeleri’ adlı eserinde Ulu Arif Çelebi’nin çağdaşı olarak anlatıldığına göre türbenin yapılışını XIV. yüzyılın ilk yarısı diye tarihlemek mümkün görünmektedir (2).
Erzurumî, halkın ifadesine göre, din uğruna çarpışan cengaver bir yiğittir. Erzurumî’nin 40-50 adamı muhtelif zamanlarda türbenin etrafına çadır kurar ve onu yalnız bırakmazlarmış.
Türbenin yanında bulunan kuyu, bugün kapanmıştır Türbe kare planlı olup, üzeri Türk üçgenleri ile geçişi sağlayan kubbe ile örtülmüştür (3). Türbenin yapımında düzgün kesme taş, moloz taş ve kaplama olarak da mermer kullanılmıştır. Doğu cephesindeki düz lentolu mermer söveli bir kapı ile içerisine girilmektedir. Güney duvarında yarım daire planlı mihrap nişinin üzeri üç dilimli bir kemerle sınırlanmıştır.
Eserin banisi ve mimarı bilinmemektedir. Türbenin, 1980 senesine ait fotoğraflarında harap durumda olduğu görülmektedir. Define arayıcılarının mezarı kazmalarından ve tahrip etmelerinden dolayı orjinal sanduka tahrip edilmiştir. 1995’lerdeki orijinal planına uygun olmayan restorasyonu sırasında doğu-batı doğrultusuna, sembolik, ahşap parmaklıklı bir sanduka konulmuştur. Bugün her çeşit dilek sahibi tarafından ziyaret edilir.
Ahi Emir Ahmet
Ahi Emir Ahmed Zaviyesi Osmanlı öncesi şehirde kurulan dokuz zaviye arasında beş ahi zaviyesinden biridir (1). Vakfiyesinden anlaşıldığına göre, türbenin bulunduğu mevkide; çarşı ve pazarların bulunduğu eski adıyla Tokmak Mahallesi’nde yer alır. Zaviyeler arasında gelirleri Darü’r-raha’dan sonra en yüksek olanların başında gelir.
Sadi Kucur’a göre, Ahi Emir Ahmed’in hem şeyhliği hem de tevliyet ve nezaret görevlerini kendisinin ve sonra evladının yapacak olması ve ahilik ve emirlik vasıflarını birlikte taşımış olması, onun manevi nüfuzu olan ve en azından Sivas’ta idari görevlerde bulunmuş birisi olduğunu gösterir (2). Kucur aynı zamanda Bayburtlu Ahi Emir’in Sivas’taki Ahi Emir Ahmet ile aynı kişi olacağı konusunda temkinlidir. Halbuki Ahi Emir Ahmet’in bugün bir şair olarak ün yapan torunu Merih Baran, Ahi Emir Ahmet’in emirliğinin, ahilik teşkilatı içinde ulaşılmış bir makam olduğunu kaydeder (3). Aslen Uygur Türklerinden olduğu, İran üzerinden Zencan yoluyla Anadolu topraklarına gelen ailesi ile Bayburt’ta bulunduğu ve eğitimini burada muhtemelen Yakutiye ve Mahmudiye Medreselerinde (4) aldığı daha sonra Sivas’a gelerek tekkesini ve zaviyesini kurarak hayatını sürdürdüğü ileri sürülür. Ahîliğin yanı sıra Mevlevi de olan Ahî Emir Ahmed çocuk yaşlarından itibaren Mevlâna’ya hayranlık duyar. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Arif Çelebi’nin Ahi Emir Ahmed ile dostluklarını Menakıbü’l Arifin’de görürüz (5). “Ufukların meşhuru ve baş olmayı hak eden Bayburtlu Ahi Emir Ahmed” Eflaki’nin eserinde birkaç yerde yer alır. Sultan Veled’in kendisini kardeş ve dost olarak çağırdığı Ahi Emir Ahmet hakkında anlatılan hikayeden onun Mevlana’nın sağlığında henüz bir çocuk olduğuna göre 1260’larda dünyaya gelmiş olduğu kabul edilebilir. Baran, çeşitli kütüphanelerde onun adına çoğaltılmış Fütüvvetnameler tespit edilmiş olduğunu ve ayrıca Türk dili üzerine yazdığı kitabın Arap yarımadasında okutulduğuna dair izlenimler bulunduğunu ilave eder.
Ahi Emir Ahmet’in türbesi, Sivas’ta ve Bayburt’tadır. Bayburt’ta Ahi Emir Ahmet Efendi kümbeti olarak bilinen türbe Eski Hastane Caddesi üzerinde Sivas’ta ise Kurşunlu Caddesi üzerinde Sivas Öğretmenevi önündedir.
Mescit, zaviye ve imaretten olusan kulliyenin 1333 tarihli vakfiyesinde, “.. yücelerin öncüsü, uluların önderi, büyük ve seçkinlerin övgüsü, safa ve mürüvvetin efendisi, tarikat ve hakikat ashabının seyyidi Ahi Emir Ahmet bin Zeynulhac”, diye zikredilen Ahi Emir Ahmet’in türbesinin XIV. asrın ikinci çeyreğinde yapılmış olabileceği ileri sürülür (6).
Ahi Emir’in vakfiyesindeki şartlardan biri her Kadir gününde helva yapılıp dağıtılmasıdır. Merih Baran, vakfiyenin bu hükmünü her yıl gerçekleştirmektedir.
Ahi Emir Ahmet hakkında çeşitli menkıbeler anlatılmaktadır (7). “Emir Ahmet’in mumyasının hiç bozulmamış durumda olduğuna inanılır. Türbede define aramak için girenler üst kattaki kabri ve aşağıda cenazelik bölümünde bulunan kabri tahrip etmişler bunun üzerine komşu evlerden yaşlı bir hanımın rüyasına girerek, kabrine yapılan bu işler üzerine”Halinizi düşünün. ”demiş. Komşular toplanıp kabir sıvalarını düzeltmiş, üzerine de aldıkları yeşil bir örtüyü örtmüşlerdir. Ahi Emir Ahmet’e mahallenin manevi bekçisi denmektedir. Bu yüzden de sarhoşların türbenin olduğu caddeden geçemediklerine inanılır. Emir Ahmet, cenazelik bölümünde şahideleri de bulunan kabrinden abdest almak üzere, Kızılırmak’a kadar her sabah gidermiş. Cenazelik bölümünde dört yönde olan nişlerden, doğuda olanından Kızılırmak’a yol gittiği söylenir”.
Türbenin kitabesinde yazmadığı halde, yöre halkı arasında, “Yağın hokkası on para olunca helva yapılsın” yazdığına inanılır. Ayrıca, sarhoşlara geçit vermemesi ile bilinen türbe, duaların kabul olunması için ziyaret edilir”. İşlerinin iyi gitmesini isteyen esnaf, çeşitli dileği olanlar, hasta ve huysuz çocuğunu yedi tekke dolaştıranların türbeyi ziyaret ettiği görülür. Tanyu’nun eserinde elli yıl önce türbe bir bahçe içinde, etrafında ağaçların ve bir çeşmenin yer aldığı, pencerelerine çaput bağlandığı ve mum yakıldığı bir taş yapıdır (8). Saçak kıs¬mında Selçuklu sülüs hattıyla bir yazı kuşağı bulunan eserin insa edildiği dönemden 1985 senesine kadar geçirdiği tadilat hakkında hiçbir bilgiye ulaşılamamıştır. (Bu tarihte Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından onarıma tabi tutulmuş; dış zemin kotu Kurşunlu Caddesine göre doğu yönünde 5 metre diğer yönlerden 3.20 metre indirilmiş, kubbesi ve parcalanan sandukası yenilenmiş ölünün kemikleri bir araya getirilerek sandukaya konulmuş, yol seviyesinin altında kalan eserin etrafına ihata duvarı örülmüştür.
“Şehre yaklaştığımız zaman bizi Ahi Bıçakçı Ahmet’in yoldaşları karşıladı. Bunlar kimi yaya, kimi atlı kalabalık bir gruptu. Onlardan sonra Ahi Çelebi’nin yoldaşları karşıya çıkmıştı. Bu zat ahilerin ileri gelenlerinden olup rütbece Ahi Bıçakçı’dan üstündür.” İbn Batutta’nın Sivas’a gelişini böyle anlattığı eserinden kaldığı günler içinde, Ahi Emir Ahmet olduğu tespit edilemeyen Ahi Bıçakçı Ahmet ile Eratna’yı da ziyaret etmiş olduğunu öğreniriz.
Kadı Burhaneddin
Burhaneddin 1345’te dünyaya gelir; asıl adı Ahmed olup dönemin Kayseri kadısı Şemseddin Muhammed'in oğludur (1) . Muhtemelen XIII. yüzyılın başlarında Hârizm'den göç ederek önce Kastamonu'ya, sonra Kayseri'ye yerleşen Oğuzlar'ın Salur boyuna mensup bir aileden gelmektedir; adı bilinen bütün cedlerinin kadı olduğu belirtilmektedir. Sultan II. Gıyâseddin Keyhusrev'in akrabası olan annesi, Anadolu Selçukluları'nın nüfuzlu simalarından Celâleddin Mahmud Müstevfî'nin oğlu Abdullah Çelebi'nin kızıdır. On iki yaşındayken sarf, nahiv, lügat, mantık, hesap, aruz ve hat dersleri almış, bu alanlarda önemli mesafeler katetmiştir. Bunların dışında ok atma, kılıç kullanma ve ata binmede hünerini sergilemiştir. On dokuz yaşında Hacc’a gitmiş, yirmi bir yaşında kadı olmuştur.
Aslı Kaya Kadı Burhaneddin türbesini, orijinali günümüze ulaşmayan türbeler arasında sayar (2). 1965-66 yıllarında baldaken tarzında kesme taştan olup, dört sütunun taşıdığı bir kubbe ile tamamen yenilenen türbe şehrin güneybatısında, Kadı Burhaneddin Mahallesi, İstasyon Caddesi, Kadı Burhaneddin İlköğretim okulunun arkasında yer almaktadır. Kadı Burhaneddin türbesine ait beş mezar taşı 1927 yılında müzeye getirilirek koruma altına alınır.
Bu türbe 1398’de öldürülen Kadı Burhaneddin’in ölümünden sonra yapılmış olmalıdır (3). Mustafa Demir, türbenin 1950 yıllarında üstü ahşap, harap ve etrafı adi duvarla çevrili olduğunu kaydeder. Buradaki beş kabirden ikisi kitabesizdir. Kitabesiz büyük sanduka Kadı Burhaneddin’e aittir. Diğer sandukalarda Mehmed Çelebi b. Kadı Burhaneddin, Habibe binti Kadı Burhaneddin, Selçuk Hatun binti Kadı Burhaneddin olduğu kitabelerden anlaşılmıştır. Türbe adi taşla örülmüş dörtgen planlı ve üstü çatılıdır. Bu türbenin korunması için laderladeyan adlı mevkide iki kıta arazinin geliri vakfedilmiştir.
Tamamen yenilenmeden önce Tanyu türbe hakkında şunları yazar (4). “..evvelce üstü kapalı bir türbe iken sonra yıktırılıyor. Türbeyi yıkanlar taşlarını parçalayanlar sıkıntı çekiyorlar, buna halk böyle inanıyor. Bu defa tekrar aynı yerde, fakat üstü açık olarak mezarı bırakıyorlar. Hemen yanında bir ilkokul ve bahçesi var. Parmaklıkları mezara zarar vermemek için geriye almışlar. Bu ilkokulun adı da bu ziyaretgâhtan geliyor: Kadı Burhaneddin İlkokulu. Yüksekçe bir tepe üzerinde bulunan ziyaretgâha gelenler mezar üzerine ufak murad taşları koymuşlar: Gene burada mum, yağlar ve bol isten, ziyaretgahın rağbet gördüğü anlaşılıyor. Ayrıca mezarın ayak ucunda mum yakmak için, yıkılmış mezar taşlarından bir yer yapılmış, çok zaman mumlar burada yakılıyor. Çocuklar da dilekte, daha ziyade sınıf geçmek için buraya gelerek mezarın yanına niyet taşlarından yapıştırmaya çalışıyorlar. Taşlardan tutanlar görülüyor.”
Kadı Burhaneddin’in adalet ve hoşgörüsünü anlatan bir anekdot şöyledir: “Adamın birisi seyahat dönüşünde ödünç verdiği altınlarını alamadığı adamı Kadı Burhaneddin’e şikayet eder. Kadı Burhaneddin altınlarını vermeyen adamı çağırarak ona şöyle der: “Duydum ki bu şehrin en dürüst adamı senmişsin. Bu bir kese altın sende dursun”. Bu sözler üzerine adam, kendisine bırakılan altınları sahibine geri verir ve doğruluktan ayrılmaz”.
Akbaş Sultan
Şeyh Akbaş Baba (veya Akbaş Sultan) Türbesi Demircilerardı Mahallesindedir. Yöre halkı arasındaki inanışa göre, Akbaş Baba, bir Arap evliyasıdır (1). Peygamber efendimizin sancaktarı olarak Sivas’a gelir. Bir savaş sırasında şehit düşünce sancağı Abdulvehab Gazi elinden alır. O da şehit düştüğü yere gömülür. Aradan zaman geçince Akbaş Baba’nın mezarı kaybolur. Bir gün, mahalle sakinlerinden birisinin rüyasına girer. Adama:
- Benim mezarımın etrafını çevirin, der.
Adam da:
- Mezarının nerede olduğunu bilmiyorum, diye karşılık verir.
- Ben tayin ederim, der.
Sabah bakarlar ki Akbaş Baba’nın ve diğer dört mezarın etrafı taşlarla çevrilip belli edilmiştir. Diğer dört mezar, oğlu, hanımı, gelini ve torununa aittir.
Türbenin yanındaki çeşme suyu eskiden akarmış. Akbaş Baba da sandukasından kalkar, çeşmeden abdest alıp tekrar türbesine girermiş. Mahalle sakinlerinin bu hadiseye çoğu kez şahit olmuş oldukları anlatılır.
“Akbaş Baba Türbesine üç, dört yaşına geldiği halde yürüyemeyen çocuklar getirildiği için “Küt Evliyası” adı da verilmiştir. Yürüyemeyen çocuklar, Akbaş Sultan türbesine Cuma günleri getirilir. Sela verilirken kıbleye doğru tutularak, “Kütler yürüsün, selalar verilsin”, diye söylenir.
Banisi ve mimarı bilinmeyen eser malzeme, teknik ve üslubuna bakılarak 19. yüzyıl başlarına tarihlenir (2). Türbenin kuzey duvarından itibaren üçüncü sanduka Akbaş Sultan Hazretlerine aittir. Eski fotoğraflarında oldukça yıpranmış olduğu görülen türbe, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yapılan onarımı sonrasında bugün sağlam durumdadır. Kare plana sahip olan türbe kubbeli olup kare gövdeden kubbeye pandantifler ile geçilmiştir. Türbeye batı cephesinde eksenden kuzeye kaymış olan kapıdan girilir. Batı cephesinde kapının güneyine, güney ve doğu cephelere pencereler açılmıştır. Türbenin içerisinde, doğu batı doğrultusunda, dört adet büyük, kuzey cepheden ikinci sıradaki sandukanın arkasında bir adet de küçük sanduka vardır. Doğu cephesinde, eksenin ortasına ve kasnağa yakın mazgal pencere vardır.
Türbenin beden duvarlarında ve üst örtüsünde moloz taş kullanılmış olup yapının pencere ve kapı doğramaları ahşaptır ve pencerelerin önlerinde demir parmaklık bulunmaktadır.
Süt Evliyası
Süt Evliyası Türbesi, il merkezinde, Demirciler Ardı Mahallesi, Şehitler Camisinin kuzeyinde, Şehitler Ara Sokak’ta bulunmaktadır (1). 20. yüzyılın başlarına tarihlenen eserin banisi ve mimarı bilinmemektedir. Türbe, şu andaki görünümünü 1964 senesinde geçirdiği onarımdan sonra almıştır. Üst örtüsü kubbe iken bu tadilattan sonra külaha çevrilmiş ve üzeri sac ile kaplanmıştır. 1994 senesinde Sivas Müzelerini Ve Eski Eserlerini Koruma Ve Yaşatma Derneği tarafından onarımdan geçirilir.
Sütü olmayan kadınların türbeyi ziyaret ettikten sonra sütlerinin geldiğine inanan yöre halkı, bu türbeye “Süt Evliyası” adını vermiştir. Bu nedenle türbeye gelirken yanında su getirilir. Getirilen su, tahta kaşık ile içilmektedir.
Eser, bugün sağlam durumdadır. Ziyarete açık olan türbenin temizliği ve bakımı mahalle sakinleri tarafından yapılmaktadır. Türbenin içerisi de dışı gibi mütevazı bir süslemeye sahiptir. Ahşaptan yapılmış, yeşil boyalı dört adet sandukanın hiçbir sanat değeri yoktur. Anadolu’daki türbe ve kümbetlerin büyük çoğunluğu taş ve tuğladan yapılmış iken Süt Evliyası Kümbetinde yapı malzemesi olarak kerpiç görülür. Bu denli yaygın ve pratik ancak dayanıklı olmayan kerpiç, mezar yapılarında genelde kullanılmamaktadır. Yapıda bu malzemenin kullanılmasının Osmanlı İmparatorluğunun en güçsüz ve fakir dönemleriyle çakıştığı ileri sürülür.
Şehitler
Şehitler Camiinin karşısında Şehitler diye anılan beş mezar bulunmaktadır (1). Eskiden on mezar olduğu söylenir . Bir rivayete göre, Timur zamanında burada şehit düşmüşlerdir. Anlatıldığına göre, kabirlerin bulunduğu yere dükkân yapmak isteyen bir adam, rüyasında kendisine defalarca ikaz edilmesine rağmen isteğinden vazgeçmeyince, çalışırken düşüp ölmüştür. Her türlü dilek sahipleri tarafından ziyaret edildiği görülür.
Şeyh Çoban
Tanyu yapı hakkında, istasyon semtinde Şeyh Çoban mahallesinde bulunan büyük bir türbe olup kenarları taş duvarlarla çevrilmiştir, der (1).1960’larda türbenin hemen yanında ağaçlar ve çeşme bulunmaktadır. Şeyh Çoban'ın meşhur tokmağının Gökmedrese'de (müzede) bulunduğu belirtilir. Sandukanın üzeri renkli yemenilerle örtülü olup, daha ziyade yeşil örtüler dikkati çekmektedir. Sandukalar normalden 4 misli büyüktür ve tavanda güzel bir avize, duvarlarda, sanduka üzerinde dini yazılar, dini şiirler yer alır. Bunlardan birisinde Şeyh Çoban'ın kerametinden bahsedilmektedir.
XII. yüzyılda yaşadığı ileri sürülen Şeyh Çoban’ın asıl adı Şeyh Hüseyin Raî’dir. Babasının çok sayıdaki sığırını güttüğü için raî “çoban” olarak tanınır. Bir taraftan büyük mutasavvıf Ebü’l-Vefa’nın (1026-1107) yedinci halifesi olduğu (2), diğer taraftan Necmüddin Kübrâ'nın Halifelerinden olduğu (3) anane olarak belirtilmektedir. İslâmı yaymak ve gönüller fethetmek için Horasan’dan Sivas’a gelen bir Alperen olduğu söylenir. Yıllarca Ebü’l-Vefa’nın yanında kalıp mertebeler kazanmış daha sonra onun izni ile ders vermeye başlamıştır. Şeyh Merzuban’la aynı tarikatten olduğu, develerinin çöktüğü yeri mekan tutmak üzere Horasan’dan birlikte yola çıktıkları anlatılanlar arasındadır (4).
Timurlenk felaketinde Cami-i Kebir'in vakfiyesi gibi Şeyh Çoban Zaviye vakfiyesinin de zayi olduğu belirtilmektedir (5). 1455 tarihli tahrir defterinde mahalle olarak ismi geçen zaviye Osmanlı öncesi kurulan zaviyeler arasında yer alır. Toprak Kalenin güneyinde, sur içinde, sınırdadır. Halk arasında Şeyh Hüseyin Râî ya da Şeyh Çoban Veli Zaviyesi, kitabelerine göre 1370 tarihine kadar gitmektedir. Şeyhin adıyla anılan çeşme, Bayram Paşa vakfı sayesinde diğerleriyle birlikte tamir edilerek günümüze kadar gelir.
Şeyh Çoban Mahallesi’nde bulunan mescit, Şeyh Hüseyin Rai (Şeyh Çoban Veli) tarafından inşa ettirilmiştir (6). Mustafa Ünsal Uzunçarşılı ve Edgüer’i kaynak göstererek mescitin, XX. yüzyılın ilk çeyreğinde mevcut olduğunu kaydeder. Aynı kaynaktan, mescitin, yanındaki türbeye bitişik vaziyette inşa edildiği ve iki basamak ile mescit ve türbenin birbirlerinden ayrıldıklarına dair bilgiler verilmiş olduğunu öğreniriz. Bu eserde ayrıca, mescitin mihrabı yanındaki duvara konmuş Arap harfleri ile yazılmış iki kitabeye de yer verilmiştir. 1946-47 yıllarında, mescitin yıkıldığı ve sadece türbenin mevcut olduğu görülür. Mescidin 1370 tarihinde Eşref adlı birisi tarafından onarıldığına dair kitabeden, türbe ve mescidin bu tarihten önce yapıldığı anlaşılmaktadır (7). Bu kitabelerden diğerinde türbenin 1458’de Yusuf Bin Abdullah tarafından yeniden yaptırıldığı belirtilmiştir.
Türbe birkaç sefer tamir edilmiştir. Şeyh Çoban Çeşmesi ve Şeyh Çoban hakkındaki rivayetler doğrultusunda türbe en erken 14. yüzyılın ikinci çeyreğine tarihlenmektedir. Türbe kare şeklinde ve kesme taşlardan yapılmış olup içinde iki sanduka vardır. Bu sandukalardan pencere önündeki Şeyh Çobana, yanındaki Şeyh Taceddin-i Arifi’ye aittir. Tahta döşemeli tabandan açılan bir kapakla cenazelik bölümüne inilir. Burada üç mezar vardır. Üçüncü mezar Şeyh Çoban’ın soyundan Şeyh Hüseyin’e aittir.
Türbenin yapılış tarihi bilinmemekle beraber, yanı başındaki çeşmede 1323 tarihi kayıtlıdır (8). Sekizgen taş kasnaklı türbe sade bir yapıdır. Sekizgen bir ahşap külahla örtülmüştür. İçi sıvalı ve döşemesi ahşaptır. Döşemeden itibaren 2.60 m. yukarıda köşe kemerleri başlar. Döşemenin üzerinde 2 ahşap sanduka vardır. Bu döşemenin 1.28 m aşağısında asıl döşeme ve yığıntı şeklinde iki mezar bulunur. Türbe düzgün kesme taştan yapılmıştır. Kare planlı olup, içeriden kubbe, dışarıdan da basık konik bir çatı ile örtülmüştür. Kubbeye geçiş tromplu olup, sekizgen kasnaklıdır. Bu kasnağın kuzey, güney, doğu ve batı cephelerinde birer yuvarlak pencere bulunmaktadır. Doğu cephesindeki dikdörtgen pencere ise sonradan içerisi doldurularak kapatılmıştır.
Türbeye güney cephesindeki yuvarlak kemerli bir kapıdan girilmektedir. Bu girişin batısında yuvarlak kemerli bir açıklık daha dikkati çekmektedir. Günümüzde bu açıklık demir bir parmaklıkla kapatılmıştır. Türbenin içerisi sıvandığından orijinal bir bezeme günümüze gelememiştir.
Batı duvarında demir kafesten yapılmış sakal-ı şerif muhafazası yer almaktadır. Bu küçük muhafazanın üzeri kubbe şeklindedir. Sakal-ı Şerifin de bulunduğu türbe şifa bulmak için bilhassa saralı hastalar tarafından ziyaret edilir. Sakal-ı Şerif, özel olarak korunur, belirli dini gün ve gecelerde özel merasimler eşliğinde ziyarete açılır.
Şeyh Çoban Türbesine ait beyaz mermerden yapılmış olan “güneş saati” 1927 yılında müzeye getirilmiştir.
Hüseyin Râi hayatta iken Çobanlık yapmış bir kimse olup çobanlığı süresinde sığırları hiç kayıp olmamış bir kimse olduğuna inanılır (9). Hastalar, çocuğu olmayanlar, felçliler, işinde bereket umanlar tarafından ziyaret edilir. Buraya şifa bulmak için gelenlerin ziyaret ettikleri yedi yatırdan birisi de burasıdır. Eskiden tekkesinde bulunan ahşap topuz, tespih ve sancağın hastaları iyileştirdiğine inanılırdı. Hasta çocukların iyileşmesi için topuzla sırtı sıvazlanır, mezar katında, taşlar arasında bulunan su içirilirmiş. Hacca gidecekler önce evliyaların çobanını ziyaret ederler. Rivayete göre tarih boyunca çıkan savaşlarda bu tokmak kaybolur ve savaş bitince yerine kanlı olarak geri gelir. Bunun Şeyh Çoban’ın da savaşa katıldığının bir göstergesi olduğuna inanılır. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1993 ve 2004 senelerinde türbe restore edilir. Bakımını halkın yaptığı Şeyh Çoban türbesini yılda 150 civarında kimse ziyaret etmektedir.
Şeyh Hasan (Güdük Minare) Türbesi
Sivas, Eratna’nın 1343’te hükümet merkezini Kayseri’ye taşımasıyla vilayet durumuna gelir (1). Eratna büyük oğlu Şeyh Hasan’ı Sivas’ta vali olarak bırakır. Hasan bey aynı zamanda Sivas, Kayseri, Niğde, Tokat, Amasya, Erzincan, Doğu Karahisar, Niksar ve yöresini kapsayan Eratna Beyliği’nin Sivas valisi olur (2). Hasan Bey, aynı zamanda XVI. asra kadar şehrin dışında kalan Şeyh Hasan Zaviyesinin de kurucusudur (3). 1347 yılında Çin’de başlayıp bütün Asya’ya yayılan Kara Veba Sivas’ta da bir çok insanın ve hayvanın ölümüne sebep olur. Muhtemelen Hasan Bey’in ölümü bu hastalıktan dolayıdır. Vefatı üzerine 1348’de yapılan (4) türbesi Şeyh Hasan Mahallesinde 6m. yüksekliğinde kare plan üzerine inşa edilir. Tuğladan yapılmış olan kasnağı minareye benzediğinden Güdük Minare diye anılır. Yine halk arasında Dabaz hastalığına iyi geldiğine inanıldığı için buraya Dabaz Tekkesi de denir. Şeyh Hasan Bey türbesi, kesme taştan kare bir alt yapı üzerine tuğla olarak iri plastik üçgenlerle oturan silindirik gövde halinde yükselen yapıda yer alan firuze çiniler, koyu mavi üzerine beyaz rumilerle (5), Eretnalıların Selçuklu mimarisi üzerine yeni yorum ve dinamizm arayışının eseri olarak görülmektedir.
16. asrın başlarında henüz mahalle özellikleri göstermeyen Şeyh Hasan Zaviye ve türbesinin çevresine, Şeyh Şemseddin ailesi ve dervişlerinin yerleştirilmelerinden yarım asır sonrasında buranın ilk defa Küçük Minare mahallesi olarak kayıtlarda yer aldığı görülür
Buruciye Medresesi Türbesi
Sivas’ta 1271 yılında yapılan ve günümüze ulaşan üç büyük medreseden biri olan Buruciye Medresesi, Anadolu’da gelişen eyvanlı medreseler içinde bütün unsurlarının birbirlerine oranlarının iyi ayarlanmasıyla planı en başarılı eserlerden birisidir. Vakıf medresede bir müderris, üç muid ve 30 fakih (öğrenci) bulunmasını şart koşmuştur. Mescid için zikredilen görevliler, bir kütüphane memuru ile medreselilerin ücretleri için İlbeğlü nahiyesindeki Eskiköy’ün gelirlerini vakfetmiştir (1). Kitabedeki kayda göre gelir vakfı yalnız bu köyden ibaret ise, bunun geliri fazla ve büyük bir köy olmalıdır.
Halk arasında Hacı Maksud (Hacı Mes’ud) adıyla bilinen medrese, bazı kayıtlarda ise Muzafferüddin Gazi adıyla geçmektedir (2). Giriş kapısının solunda mavi ve siyah çinilerle süslenmiş türbede, medresenin bânisinin ve çocuklarının kabirleri yer alır.
Medresenin inşa kitabesi taç kapı kavsarası üzerindedir (3). “Bu kutsal medrese, Allah onun devletini daim kılsın, Kılıçarslan oğlu fetih babası büyük Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Allah’ın rahmetine muhtaç zayıf kul Muzaffer bin Hibetullah Burucirdi (Allah onu ve bütün Müslümanları bağışlasın) tarafından 1271 yılında yapıldı.” Taçkapı kemerinin sağında ve üstte Besmele, kapı cephesi ve solunda Al-i İmran suresi 18.ayet ve 19.ayetin baş kısmı yazılıdır. Kapının sağındaki nişin üstünde iki kabartma daire içinde “Allah’a güvenen Hibetullah oğlu Muzaffer” yazısı ve soldaki nişin üstünde iki kabartma daire içinde “Allah’a tevekkül ettim” ve “şeref Allah içindir.”, yazıları yer almaktadır. Kapının cephesinde Al-i İmran suresinin 18. Ayeti, üst taraftaki üç yarım daire içinde ilimle ilgili iki hadis bulunur. Bina cephesinin sağ ve sol taraftaki saçak altlarında iki dua yer almaktadır. Medresenin revaklı avlusunda sekiz mermer sütuna dayanmış iki revak kavislerinin köşelerinde sekiz daire şeklinde madalyon içinde bina inşa kitabesi benzeri bir kitabe yer almaktadır. Doğu yönündeki ana eyvan cephesinde ise bitkisel motifler arasında Ayet-el Kürsi yazılmıştır. Ayrıca ana eyvan kemer üzengi hizasında üç cephede devam eden ve sol tarafının çoğu kırılmış olan yazıda cömertlikle ilgili bir dua bulunmaktadır. Türbe içersinde, girişin karşısındaki duvardan başlayarak dört duvarda devam eden kitabe ise kulun Rabbine yakarışında aczin samimiyetle ifadesini aksettirir. “Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla. Allahım!..Beni sana yaklaştıracak bir amelim, onunla sana yol bulacağım bir sevabım yok. İhtiyacım, yalnızlığım, yokluğum, perişanlığım çok arttı. Garipliğime merhamet et. Bu çukurumda bana yoldaş ol. Ancak sana sığındım, sana güvendim. Cömertlerin cömerti ve merhamet edicilerin en merhametlisi sensin. Ey Rabbim nurunu üzerimizde tamamla, bizi affet, şüphesiz ki senin gücün her şeye yeter. Ey Rabbim, biz sana tevekkül ettik, bizi aydınlat; dönüş sanadır. Bu türbe zayıf, garip ve tek başına kalmış faziletli Hibetullah oğlu Muzaffer el Burucirdi kulunundur. Allah, onu, ebeveynini ve bütün müslümanları affetsin. Onu ahirette saadet ve cennetle mükafatlandır. Allah’ım ona yalnızlığında dost ve yabancı oluşunda da rahmetli ol. Kim benim türbemi ve odamı değiştirip bozarsa Ey Allah’ım sen onun düşmanı ol. Allah’ın tüm meleklerin ve insanların laneti onun üzerine olsun.”
Ali Baba
Kendi adıyla anılan caminin içindeki türbesinde medfun bulunan Ali Baba (ö.1574) XVI. Yüzyılda yaşamış ve Sivas’ın en zengin zaviyelerinden birini kurmuştur . Horasan’dan gelmiş olduğu ileri sürülen Ali Baba’nın Kanuni’nin veziri Rüstem Paşa’nın hocası olduğu gibi Pir Sultan Abdal’ın musahibi olduğu da anlatılanlar arasındadır . Rüstem Paşa’nın devrin siyasi anlayışına göre sosyal bir tedbir olarak zengin vakıflarla desteklediği zaviye, gelen gideni ağırlayan bir sosyal kurum olarak varlığını günümüze kadar sürdürmüş ve külliyenin ana binası Sivas’ta yakın zamanlarda restore edilerek Susamışlar Konağı adıyla hizmet vermektedir.
Ali Baba’nın hayatı hakkındaki bilgilerimiz anlatılanlarla sınırlı sayılabilir. Rivayete göre Ali Baba, musahibi Hubyar ile birlikte İstanbul'a gitmişler. Dirlik alabilmek için fırına girip, keramet göstermişler. Ali Baba, padişahın, "dünyanın tadı tuzu nedir?" sorusuna, "yiyip içmek, def'-i hacet itmekdir", diye cevap verince, zindana atılır. Bunun üzerine Ali Baba, "sen ye, iç fakat def'-i hacet ideme", diye beddua eder. Gerçekten padişah hastalanıp, def'-i hacet edemez duruma gelir. Sonra Ali Baba'nın yardımıyla def'-i hacet edip, rahatladıkça, kendisine bir köy bağışlar.
Anlatıldığına göre, Ali Baba çok uzun yaşamış. Uzun yaşamanın sırrını öğrenmek isteyen birisine, Bağdat'ta bulunan Hasan Baba'ya gitmesini tavsiye etmişler.
“Bağdat'ta var bir Hasan Baba
İnce adamdır amma, görünür kaba saba”
Adam Bağdat'a gidip, Hasan Baba'yı bulmuş. Hasan Baba;
“Büyük kardeşim benden daha genç Sivas'tadır mekanı
Kendisi yüz yaşında, durmadan oynar kanı”
diyerek, adamı Ali Baba'ya göndermiş. Adam, Sivas'a gelip, Ali Baba'yı bulmuş ve ona misafir olmuş. Ali Baba, hanımından kilerden karpuz getirmesini istemiş. Hanımı küçük bir karpuz getirmiş. Ali Baba, hanımından, daha büyük bir karpuz getirmesini istemiş ama, hanımı yine aynı karpuzu getirmiş. Bu hal birkaç kez tekrarlandığı halde, hanımı yine aynı karpuzu getirmiş ve “daha büyüğü yok, büyüğünü almadın ki, getireyim”, gibi olumsuz bir laf etmemiş. 0 zaman Ali Baba, konuğuna, “İşte uzun yaşamanın sırrı bu!.. Demedi ki, bir başka karpuz yok. Kadının iyiliğinden dolayı insan çok yaşar”, demiş.
Ali Baba mücerred kalmak için evlenmemiş. Ancak, bir gün caddede yürürken, sarhoşun biri, Ali Baba'nın yakasından tutup, babasının kabrine Kur'an okutturuyor. Bunun üzerine Ali Baba, “ben ölürsem arkamdan kim Kur'an okutacak”, diye düşünüyor ve evleniyor. Ali Baba vefat ettiği zaman, geride bıraktığı oğlu Ahi Mehmed henüz on iki yaşında bulunuyordu.
1960’larda, Tanyu Ali Baba türbesinin başı ağrıyanlar, ağzı çarpılanlar, korkanlar ve yedi tekke dolaşanlar tarafından ziyaret edildiğini kaydeder .
İsmail Sivasi
Fatih Çınar, İsmail Sivâsî’nin 1521’den sonra doğmuş ve 1591’den sonraki bir tarihte vefat etmiş olabileceğinden söz eder (1). Onun “Şemseddin Sivâsî’den her yönü ile faydalandığı” anlatılır. Şemseddin Sivâsî, kardeşinin ilim sahibi ve maneviyat ehli birisi olması için elinden geleni yapmaya gayret etmiştir. Ayrıca İsmail Efendi’nin üzerinde babası Mehmet Arif Efendi’nin, ağabeyleri Muharrem ve İbrahim Efendilerin de etkilerini inkâr etmemek gerekir
İsmail Efendi’nin babası “Ebü’l-Berekât” lakabıyla anılan Mehmet Arif Efendi’dir. Hakkında kaynaklarda ariflere ve âlimlere olan sevgi ve saygısı konusunda rastlanılan bilgilerin dışında fazla bir bilgi yoktur. Annesi hakkında ise isminin Sultan Hanım olduğu ve kendisinin ibadet ehli, peygamber âşığı bir kadın olduğu anlatılmaktadır. İsmail Sivâsî’nin en büyük ağabeyi Muharrem Efendi (ö.1591)’dir (2). Muharrem Efendi, Abdurrahmân Câmî’nin Kâfiye’sini “Hâşiye ale’l-Fevâidü’z-Ziyâiyye ale’l-Kâfiye” ismi ile şerh etmiş ve bu eseri uzun yıllar Osmanlı medreselerinde başucu kitabı olarak okutulmuştur. 1591 yılında Zile’de vefat eden Muharrem Efendi ve babası Mehmet Arif Efendi’nin kabirleri Zile Devlet Hastanesi’nin bahçesindedir. İsmail Sivâsî’nin Muharrem Efendi’den küçük olan ağabeyinin ismi İbrahim Sivâsî’dir. (ö.1591) Kaynaklarda, İbrahim Sivâsî’nin muttaki, mütevazı, hâfız-ı Kur’ân, ilmi ile âmil, gece-gündüz kıraatle meşgul olan seçkin birisi olduğu ve Recep Efendi’nin babası olduğu bilgilerine rastlanmaktadır. Sivas’a Şemsi Sivâsî ile birlikte hicret eden İbrahim Sivâsî Meydan Camii İmam-Hatipliğini devam ettirirken 1591 yılında vefat etmiştir. Halvetîyye tarikatının Şemsiyye yolunu tesis eden Şemseddin Ahmed Sivâsî (ö.1597) ise İsmail Sivâsî’nin üçüncü ağabeyidir. Sivas’ta Vali Koca Hasan Paşa tarafından yaptırılan Meydan Camii’ne davet edilince ailesi ile birlikte Sivas’a hicret etmiş ve vefatına kadar burada insanları irşâd ile meşgul olmuştur. Yarısı manzum olmak üzere ondan fazla esere imza atan Şems, birçok halife yetiştirip hayatının son döneminde III. Mehmet Han ile Eğri Seferi’ne katılmış bu seferden kısa bir süre sonra Sivas’ta vefat etmiş ve yıllarca hizmet ettiği Meydan Camii avlusuna defnedilmiştir.
Sivas müftülüğü görevini ölünceye kadar sürdüren İsmail Sivâsî’nin eşi ve çocuklarına dair kaynaklarda sınırlı bilgiler bulunmaktadır. Torunlarından Abdülehad Nûrî-i es-Sivâsî’ye âit bilgilerden hareketle Muslihuddin Mustafa Safâyî (ö.?) isimli bir oğlu olduğu, bu çocuğunun, abisi Muharrem Efendi’nin kızı Safâ Hatun ile evlendiği ve bu evliliklerinden Abdülehad Nûrî Efendi’nin dünyaya geldiği anlaşılmaktadır. Recep Sivâsî’nin “Necmü’l-Hüdâ” isimli eserinde İsmail Sivâsî ve oğulları hakkındaki şu tespitleri yapar.
“İsmail Sivâsî, sâlih, temiz, haktan ayrılmaz, kâiru’l-Kur’ân bir zattı. Şemseddin Sivâsî ile birlikte Hicaz’a gitmişti. Tahdîs-i nimet olarak; ‘Benden asla günah-ı kebâir sâdır olmamıştır’ derdi. İsmail Efendi’nin iki oğlundan birisi olan Feyzullah Efendi Hasan Paşa Meydan Camii’nin hatibi idi. Âlim, muttaki, sâlih ve halim bir zattı. Sivas’taki eşkıyaların fitnesinde öldü. Diğeri yukarda bahsettiğimiz Avnullâh Efendi’dir. Saf, temiz, âlim, halîm ve selîm bir zattı. Şems-i Sivâsî ile birlikte Dâru’s-Saltana’ya girmiş, Sultan Murâd’ın muallimi Mevlâna Sâdeddin’den okumuş, ondan mülâzim olduktan sonra medreselerde müderris olmuştur.”
Şemseddin Sivasi
1520 yılında Tokat'ın Zile ilçesinde dünyaya gelen Ahmed, Horasan'dan Zile'ye göç eden Ebü'l-Berekât Muhammed Efendi'nin oğludur (1). Esmer olduğundan Kara Şems diye tanınır (2). Şemseddin ilk öğrenimine Zile'de başlar, daha sonra Tokat'ta bulunan kardeşlerinin yanına gider. Burada Arakiyecizâde Şemseddin Mahvı Efendi'den ders alır. Şemseddin Sivâsî'nin İstanbul'da medrese tahsilini tamamladığı ve müderrislik yapmaya başladığı bir gün, müderrislerin ilim haysiyetine yakışmayacak tarzda yardakçılık yapmalarına rağmen kazasker tarafından aşağılanmalarına şahit olup, bu duruma çok üzülür, Fâtih Camii'nde iki rek'at tövbe namazı kılarak, “Allah’ım bunların istediği dünya medarı olmasaydı bu kadar hakir görülüp zillete düşmezlerdi. Ya Rab! Beni bunların içinden çıkar ve sufilere dahil eyle!” diye dua ederek müderrisliği terk eder (3). Onun tasavvuf yoluna girmeye karar verdiği, İstanbul'dan ayrılıp hacca gittiği, hac dönüşü Zile'ye giderek vaizlik yapmaya başladığı kaydedilmektedir (4). Buradan Amasya'ya geçip babasının şeyhi Hacı Hızır'ın halifesi Musiihuddin Efendiye intisap eden Şemseddin, şeyhinin vefatının ardından bir süre Tokat'ta kaldıktan sonra Zile'ye döner. Tekrar Tokat'a giderek Şeyh Mustafa Kirbâsî Efendiye biat etmek isterse de Kirbâsî Efendi, kendisinin çok yaşlı olduğunu söyleyip altı ay sonra Tokat'a gelecek olan Abdülmecid Şirvânî'ye intisap etmesini tavsiye eder. Şemseddin, Abdülmecid Şirvânî'ye on yıl kadar hizmet ettikten sonra otuz beş yaşlarında iken hilâfet alıp Zile'ye döner. Sivas Valisi Hasan Paşa, inşa ettirdiği Meydan Camii'nin vaizlik görevi için kendisini Sivas'a davet eder. Bu daveti, Zile'deki yaşlı babasının ve Tokat'taki şeyhinin izniyle ve ailesiyle talebelerini de beraberinde götürmek şartıyla kabul eder. Sivas'ta vaizliğin yanı sıra bir tekke açarak irşad faaliyetine başlar. Şehir çarşılarının merkezinde, Meydan tabir edilen mahalde bulunan Hasan Paşa Camii, şehirde Osmanlı hâkimiyeti döneminde yapılan en önemli eserlerden birisidir (5). Cami, Kanuni Sultan Süleyman'ın vezirlerinden Sivaslı Koca Hasan Paşa tarafından 1565 tarihinde yaptırılmıştır. Halk arasında, bulunduğu mevkiye izafeten Meydan Camii olarak bilinen camiin, Sivas için önemine binaen, vâkıf tarafından, vaiz olarak Zileli Şeyh Kara Şemseddin tayin edilmiştir.
Şeyh tarafından yaptırılan zaviye, mescit, mektep, köprü vb. müessese ve yapılar sayesinde yeni bir mahallenin (Küçük Minare Mahallesi) teşekkül ettiği anlaşılmaktadır. Böylece bu zaviyenin XVI. asırda Ali Baba zaviyesi ile birlikte şehrin iskân yönünün güneyden kuzeye doğru değişmesinde etkisi olduğu görülür.
1627 tarihli defter-i cedid-i mufassal suretinde Şemseddin Sivasî için; büyük âlim ve şeyhlerin yanında senelerce tahsil ve hizmet ettiğini, müfessir, muhaddis ve fakih olmasının yanında bilfiil irşade me'zun olduğunu, mevlana payesine sahip olmasının yanısıra, vaiz olarak görev yaptığını öğreniyoruz. Aynı kaynakta Sivasî için, “kendileri ve biraderleri ve evlâd ve dervişleri için bilcümle avarız-ı divaniye ve tekâlif-i örfiyye ve ulağ ve suhreden mahsun ve emin olalar”, denilmek suretiyle muafiyet tanınan 28 kişinin isimleri de beraberinde zikredilmiştir. 1714 tarihli başka bir belgede ise, yukarıdaki bilgileri teyit etmekle beraber, Sivasi’nin 1553-1554 tarihinde bazı gazalarda bulunduğunu ve bazı kerametler göstermesi neticesinde yedine hatt-ı şerif verildiği ve vaiz olarak görev yaptığı açıklanmaktadır. Şeyh Şemseddin muhtemelen verilen tarihlerde İran seferlerine katılmış olmalıdır.
15. ve 16. asrın ilk yarısında henüz iskân ve mahalle özellikleri göstermeyen Şeyh Hasan Zaviye ve türbesi çevresine, Şeyh Şemseddin ailesi ve dervişleri yerleştirilir. Eretna oğlu Şeyh Hasan'ın vakıf arazisinin mukataa ile kiralanmak suretiyle, üzerine menzil, çilehâne, kütüphane, kasır ve fırın gibi binaların yapılması ve türbe yakınlarına mescit, mektep ve çeşme ilavesiyle mahalle hüviyetine girer ve yarım asır sonra buranın resmi kayıtlarda ilk defa Küçük Minare mahallesi olarak isminin geçtiği görülür. Bunların cumhuriyet dönemine kadar geldiği bilinmektedir.
Vakıf görevlileri veya evlâd-ı vâkıf arasındaki mücadeleler, ürünün toplanması veya taksimi hususunda cereyan etmektedir. Öyle ki, Şeyh Şemseddin Zaviyesi mütevellilerinden evlâd-ı vâkıf olan, Şeyh Ömer, Şeyh Halil ve Şeyh Receb'in uzun süren mücadeleleri dönemin en fazla göze çarpan örneğini teşkil eder. Şeyh Şemseddin evkafından İşhanı memlühasını 3 yıllığına senevi 350 kuruş olmak üzere, Hacı Fatima'ya iltizam edip parayı aldıktan sonra, mütevellileri olan Hasan ve İbrahim memlühayı başkalarına iltizam etmişlerdir.
Yüzyılın sonlarında, Sivas Valisi Hasan Paşa'nın banisi olduğu camide görev yapan Şeyh Şemseddin'in, İşhanı memlühasının kendisine temliki neticesinde kurulan vakıf, aynı yüzyılda Ali Baba Zaviyesi’nde olduğu gibi, başta sultanlar olmak üzere, valilerin tarikat erbabı ile koordineli ilişkilerini gösterir. Şeyh Müeyyed ise, 1650 tarihinde babasının zaviyelerine ilave vakıflar kurar.
Sivas'ta uzun yıllar irşad faaliyetini sürdüren Şemseddin Sivâsî ömrünün sonlarına doğru III. Mehmed'in daveti üzerine Eğri seferine katılır (1596). Şemseddin Sivâsî, henüz padişahtan davet almadan düşmanla cihad etmek gerektiğini söyleyip sefer hazırlıklarına başlamış, İstanbul'a gitmek için halkla vedalaştığı sırada padişahın cihada davet mektubu kendisine ulaşır. İstanbul'da başta padişah, devlet adamları ve ulemâ tarafından karşılanır. Aziz Mahmud Hüdâyî, yaşlı haliyle sefere katılmasının sebebini sorduğunda şimdiye kadar cihâd-ı ekber yaparak Peygamber'in sünnetine uyduğunu, fakat cihâd-ı asgara katılamadığını, bu yolda da onun sünnetine uymak arzusunda olduğunu söyler. Eğri seferi dönüşünde rahatsızlanıp bir süre İstanbul'da dinlenir, Sivas'a dönmek için izin talep ettiğinde III. Mehmed kalmasını istese de, ailesinin yanında ölmeyi arzu ettiğini söyleyince dönmesine müsaade edilir. Şemseddin Sivâsî, Sivas'a döndükten kısa bir süre sonra Ekim 1597’de vefat eder ve Meydan Camii hazîresine defnedilir. Receb Efendi tarafından kıldırılan cenaze namazına 60.000 civarında kişinin katıldığı rivayet edilir.
“Tolındı hayf Şems-i ma'na dîdemden nihân oldu" (1006)
"Kadriyâ târîh-i fevtini dedim /
Nüh felek Şems tolındı nûr ile" (1006);
"Ey Hüsâmî fevtine târîhtir / Zümre-i pâk-i Şemsîye firdevs cây" (1006) beyitleri vefatına
tarih düşürülmüştür (6). Ölümünden üç yıl sonra inşa edilen türbesi Sivas'ın önemli ziyaretgâhlarındandır.
Numan Sabit Efendi
Sivas’ın Sarı Hatip Oğulları ailesine mensup olan Numan Efendi (1768-1883), Sivas’ta dünyaya gelir. Bazı kaynaklarda Sarı Hatipzâdeler olarak da geçen ve tarikat erbabından olan Hatipzâdeler, Sivas şehrinde vakıf faaliyetleri ile ön plana çıkmış bir ayân ailesidir . Eğitim alanında da önemli bir yere sahip olan ailenin bazı fertlerinin müderrislik ve kadılık görevlerini ifa ettikleri de bilinmektedir. Müftülük atamaları ile ilgili belgelerde Sivas’ta bulunan Müftü-zâde, Altıparmak-zâde ve Hatip-zâde aileleri arasında geçen ilginç rekabet açıkça görülmektedir. Özellikle vakıf zeminlerinin kiralanmasında Zaralı-zâdeler ve Selmanoğulları ile mücadele etmişlerdir.
Şeyh ve müftü Numan Sabit Efendinin Babası, Şeyh Ahmet Hamdi Efendi, annesi Köprülü sülalesinden Ayşe Hatun’dur. Eğitimini Buruciye Medresesinde tamamlayan Numan Efendi çalışkanlığıyla Sivas Müftülüğüne yükselir. Kendi vakfiyesinde, “Vefatım Sivas’ta vak’i olursa ki kitiphane önünde defn olunmak mukadder oldukda” diyerek gömülmek istediği yeri belirlemiştir.
Numan Efendi yöre halkı arasında, “Yılancık Baba” veya “Yılancık Evliyası” olarak tanınmaktadır . “Yılanlı Baba” denilmesinin sebebi olan rivayet şöyledir. Numan Efendi Sivas’ta dolaştığı bir gün yılanların saldırısına uğrar. Yılanlar ona zarar vermez. Yöre halkı, türbenin yılancık hastalığını iyileştirdiğine inanmaktadır. Doğu cephesindeki ejderli suluktan akıtılan suyun, Yılanlı Baba tarafından okunduğuna inanılır. Ayrıca bu suyun toprakla karıştırılarak yapılan çamurun, yaraların üzerine sürülmesi ile yaraların iyileşeceğine inanılmaktadır.
Konağı, yaptırdığı çeşmesi ve günümüze ulaşamayan kütüphanesi Ulu Camii’nin batısına düşmektedir. Müderrislik yapan Numan Sabit aynı zamanda âlim ve şair olup bir divanı vardır.
Büyük Türk halk musikisi sanatkarı ve derleyicisi Muzaffer Sarısözen de Sarıhatipoğulları ailesine mensup olup, Müfti Numan Efendi’nin torunlarındandır.
1758’de yaptırılan Numan Efendi Kabristanının giriş kapısı üzerindeki kitabede, “Ey lütfu gizli olan Allah!. Bizi korkularımızdan emin eyle, koru”, yazılıdır. Doğu cephesindeki 3. pencere alınlığındaki kitabenin birinci satırı: ‘’De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddini aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zumer Suresi, 52, 53 ) yazılmıştır.
Yapı, Sarı Hatip-zadelerden, Sivas Müftüsü Numan Efendi tarafından 1758’de yaptırılmıştır . Kabristanın içinde hem Numan Efendinin hem de ailesinin mezarları olup, ziyarete açıktır. Kabristanın içinde, altı tane doğu-batı yönünde mezar yer almaktadır. Kabristanın içerisinde yer alan mezar taşları ve yapı kitabeleri sülüs hat ile yazılmıştır. Yapıya, güney-batı cephesine açılmış olan alçak, dikdörtgen kapıdan girilmektedir. Kapının üzerinde kitabe vardır. Güney-doğu cephesine, çeşme yapılmış olup alınlığında kitabesi bulunmaktadır. Sivas türbeleri içerisinde yapıya bağlı çeşmesi olan tek eser Numan Efendi kabristanı olup 1978’de aslına uygun şekilde restore edilmiştir.
Pir Sultan Abdal, Alevi gelenekleri ve tarikat içinde yetişti. Hayati (Şah İsmail), Kul Hüseyin ve Kul Himmet'ten etkilendi. Şiirlerinde duru ve yalın bir dil kullandı. Ana konuları, aşk, tasavvuf ve kavgadır. Tekke ve tasavvufun kalıplarını aşıp geniş bir halk kesimine seslenebildi. Medrese öğrenimi görmediği için, diğer bazı halk şairlerinin tersine, Divan Edebiyatı'ndan hiç etkilemedi.
Pir Sultan Abdal, Aleviler arasında Yedi Ulular olarak bilinen Yedi Ulu Ozan'dan birisidir. Genellikle Osmanlı bürokrasisine karşı tutumuyla bilinir. Deyişlerinde eski Türk kültürünü ve Alevi inancını yansıtır. Ölümünün ve deyişlerinin etkisiyle kolektif bir bilinç oluşmuş, onun adına birçok şiir, söz, anı oluşturulmuştur. Anadolu halk kültürünün yaşayan bir ögesi olarak görülmüştür.
Efsaneye göre, Pir Sultan, Hızır'a: "Gidip okuyacaksın. Paşa, hatta vezir olacaksın. Fakat beni asmağa geleceksin!" diye söylemiş. Pir Sultan Osmanlının zulmüne karşı ayaklandığında, Paşa olan Hızır, isyanı bastırmak görevine tayin olmuş. Pir Sultan Hızır tarafından tutuklanıp Sivas Toprak Kalesine konmuş ve idama mahkum edilmiştir.
Tekrar efsaneye göre, Hızır Paşa, Pir Sultan'ın hayatını kurtarmak için O'ndan "Şah" kelimesini kullanmadan üç nefes istemiştir. Pir Sultan sazını alıp Şah'ı öven üç nefes söyledi. Fakat bu övgü İran Şahını değil, Şah-ı Merdanı, yani Ali'yi anlatıyordu. Pir Sultan asıldı ve Hızır Paşanın adı lanetle anılmıştır.
Cogi Baba
İlçeye 32 km. mesafede bulunan ve eski adı önce "Kaşlı" ve sonra "Cogi" olan Avşar köyü sınırları içinde yer alan Cogi Baba türbesi, köyün güney batısında yer alır . Türbe içinde Cogi Baba’ya ait olduğu belirtilen bir mezar vardır. Ayrıca türbe içerisinde duvarda asılmış bir Kuran-ı Kerim, On İki İmama ve Hz. Ali'ye ait olduğu söylenen resimler bulunur. Türbenin çevrede herkes tarafından bilindiği ve yoğun bir ziyaretçi akınına uğradığı görülür. Anlatıldığına göre, Coğ Baba ya da Cuva Baba diye de bilinen Cogi Baba, belli bir zaman aralığına sığdırılamayan bir seyyid, bir Horasan Ereni’dir. Bir yandan Battal Gazi'nin askerlerinden kahraman bir erdir, diğer yandan Eyyub El Ensari’nin seferinde yer alır. Dolayısıyla Ermenilerle yapılan bir savaşta şehit olduğuna ve bugünkü türbenin bulunduğu yere gömüldüğüne inanılır. Cogi Baba’nın, Abbasiler zamanında yaşanan fetih hareketleri sebebiyle bu bölgeye gelip burada şehit olduğunu söyleyenler de vardır. Onun, Zara’nın manevi mimarı ve koruyucusu olarak kabul edilen Şeyh Merzubân Veli hazretleri gibi peygamber sülalesinden olduğu şeklinde de rivayetler ileri sürülür. Bu sebeble Osmanlı Devleti, Cogi Baba’nın torunlarına, ellerindeki şecereye binaen sancak verdiği ancak söz konusu sancağın daha sonra Şarkışla'nın Ağcakışla bucağına bağlı Alaman köyüne götürüldüğü ve şu anda elde mevcut olmadığı ileri sürülür. Diğer taraftan, Cogi Baba'nın da Erzincan’ın İliç ilçesine bağlı Balkaya köyünde türbesi olan Seyyid Şeyh El-Kirzi Hazretleri gibi Ehli Beyt soyundan olduğu ve El-Kirzi ile kardeş veya akraba olduğu ve aynı görevle Cogi köyündeki arazide görevlendirilmiş olduğu da kabul edilir .
Anlatıldığına göre, yöre halkı tarafından 'Sabe' olarak adlandırılan türbenin Peygamberin kumandanlarından Cogi isimli zata aittir. Ancak şehit kumandanın cenazesi 200 m. kadar doğuda ve bugün Avşar Köyü sınırları içinde olan mezarlığa defnedilir. Zamanla komutan unutulmaz, kabri yeni baştan yapılır ve türbe haline getirilir. Vaktiyle burası sadece bir mezar halinde iken, daha sonra mezarın üzeri inşa edilerek türbe haline getirilir. Türbenin çevresi temiz ve düzenlidir. Buraya gelen ziyaretçilerin kurban kesebileceği bir alan, onun yanında da oturup yemek yenebilecek şekilde düzenlenmiş üstü kapalı bir oturma yeri vardır.
Cogi Baba’yı, İmranlı’ya bağlı köylerin yanı sıra Zara‘ya bağlı olup da o bölgeye yakın olan köylerin de ziyaret ettiği görülür. Çocuğu olmayan ya da düşük yapan kadınlar, Cogi Baba'yı ziyaret ederek Allah'tan bir çocuk vermesini dilerler. Bu dileklerinin kabul olması için de türbenin duvarına, penceresine veya orada bulunan ağaca yanlarında getirdikleri (bir çocuğun elbisesinden alınan) bir parça çaputu bağlarlar. Daha sonra Yünören'e gidip, Cogi Baba çeşmesinden su doldurur. Bu suyun birazını içer, kalan kısmını da banyo yapacağı suya katar. Bu su ile de banyo yaparak varsa hastalıklardan şifa bulacağına, günahlardan temizleneceğine inanır. Ayrıca ziyaretin duvarına taş yapıştırmaya çalışanlar da olur. Şayet taş duvara yapışırsa, kadının çocuğu olacağına inanılır. Çevre köylerde çocuğu olmayan ya da düşük yapan her hangi bir kadın, bu türbeyi ziyaret eder, adak adar ve sonra çocuğu olur da adağını yerine getirmezse, doğan çocuğun öleceğine dair bir inanç vardır. Sara hastalığı olanlar ile felçli hastalar da şifa niyetiyle buraya getirilirler. Bu şekilde getirilen hastaların çoğu, Allah'ın izni, Cogi Baba'nın himmetiyle şifa bulurlar. Evlenemeyenler ve kısmetinin kapalı olduğuna inananlar, Cogi Baba’ya gelerek dua edip adakta bulunurlar. Türbenin demirden yapılmış penceresinin parmaklıkları, farklı amaçlarla buraya gelen ziyaretçiler tarafından bağlanan ip ve çaputlarla doludur.
Cogi Baba çeşmesi, Yünören ile Avşar köyleri arasında bulunan yol üzerindedir. O bölgede yaşayan insanların inancına göre Cogi Baba bu sudan abdest almıştır. Bundan dolayı bu su, Cogi Baba’nın ismiyle anılır. Cogi Baba’nın türbesini ziyaret edenlerin, çoğunlukla bu çeşmeye de uğrayıp şifa amacıyla bu sudan içtikleri ve yanlarında getirdikleri kapları doldurup evlerine götürdükleri ve hastalara içirdikleri anlatılır. Bazı köylülere göre, her yıl hac mevsimi geldiği zaman hacı adayları niyet edip yola çıktıklarında bu çeşmenin suyu çekilir. Hacılar, hac ibadetlerini tamamlayarak memleketlerine dönmeye başladığı zaman tekrar akmaya başlar. Onlar, Cogi Baba Suyu’nun hacılarla beraber Kabe’ye giderek orada zemzem suyuna karıştığına, haccın tamamlanmasıyla da yine hacılarla beraber asıl yerine döndüğüne inanmaktadırlar. Başka bir söylentiye göre ise Cogi Baba Suyunun, üç ayların girmesiyle kızıla dönüp kan rengini aldığı şeklindedir. Ayrıca vücudunun her hangi bir yerinde ağrı hisseden bir kişinin Cogi Baba çeşmesinden alınan suyu ağrıyan yerine sürdüğünde şifa bulacağı şeklinde söylentiler vardır.
Cogi Baba’nın yöre halkı üzerinde tartışmasız bir ağırlığı olduğu söylenir. O hala büyük saygı görür, en büyük yemin onun üzerine edilir. Ve denilir ki, “Divriği, İmranlı, Zara ve Şarkışla köylerinde yaşayan Aleviler hâlâ sağ ellerinin başparmaklarının içini öperek, “Cogi Baba çarpsın ki” diye yemin ederler. Düşmanlarına karşı hâlâ onun kılıcından medet umarlar. “Kara Cölü’nün kılıcı boynundan geçsin kalbini vursun” cümlesi, bölge halkının dilindeki en büyük bedduadır.”
Şarkışla’nın mezrasındaki bir evde korunan sandukasının üzerinde bir teber (küçük balta), bir kalkan, bir de kırık kılıç bulunur. Kırık kılıç, kaybedilmiş bir savaşın anılarını canlı tutmak içindir.
2002’den beri her yıl Temmuz’un ilk haftası Sivas İmranlı Derneği ‘Geleneksel Cogi Baba Kültür Festivali’ düzenleyerek halkı bir araya getirir. Şenliklere ünlü sanatçılar da katılmaktadır.
Aşık Ruhsati-Kanga
Kabri ilçenin Deliktaş bucağında (1835-1912) bulunan Aşık Ruhsatî’nin asıl ismi Mustafa’dır . Ruhsatî’nin dedesi Tonus’tan (Altınyayla) gelmedir. Anadolu’nun çeşitli yörelerini gezen Ruhsatî’nin Bektaşî olduğu ileri sürülmüşse de şiirlerinden Nakşibendi tarikatine mensup bir âşık olduğu görülür. Hakkında “Sivas’ta Aşıklık Geleneği ve Aşık Ruhsatî” adı altında Doğan Kaya tarafından bir eser yayınlanmıştır.
Ruhsatî, Sivas’ın Deliktaş bucağında doğmuş ve ömrünün hemen hemen tamamını burada geçirmiştir. Bir deyişinden, Ruhsatî’nin babasının Mehmet olduğu anlaşılmaktadır. Ruhsatî on iki yaşında öksüz ve yetim kalır; bu bakımdan kuvvetli bir tahsil göremez. Şiirlerinden, dört kere evlendiğini ve bu evliliklerden yirmi üç çocuğu olduğu neticesine varılır. Eşlerinin adı sırasıyla şöyledir: Mihri, Ayşe, Fatma ve Mühimme. Bunlardan Mihri, oğlu Âşık Minhacî’nin annesidir.
Ruhsatî, uzun müddet Deliktaş ağalarından Ali Ağa’nın yanında azap durmuştur. Kimi zaman Tecer’deki değirmenlerin su işlerinde çalışmış, kimi zaman da köyünde kiracılık, rençperlik ve çobanlık yapmıştır. Bazen de inşaatlarda bennelik (duvarcılık) yaptığı olmuştur. Zaman zaman gurbete çıkan Ruhsatî ömrünün sonlarında köyünde imamlık yapmıştır. Ömrü fakirlikle geçen Ruhsatî, ufak-tefek yardımlar haricinde kimseden arzuladığını bulamamıştır.
Anlatıldığına göre, Ulaş’a bağlı Kertme Köyü mezrasında uykuya dalan Ruhsatî’ye pirler tarafından bade verilir. Bu hadiseden sonra çevrede Ruhsatî’ye Hoca, Ruhsâtî, Aşık, Cehdî denilmiş, hatta deli ve serseri diyenler de olmuştur. Şeyhinin Şakir Efendi olduğu şiirlerinden anlaşılmaktadır.
Yöre halkı Ruhsâtî Baba’yı veli bir zat olarak kabul etmektedir. Denilir ki, Turnalar, Kurmaç Tepesinden gelip kavis alırlar, Kale mevkiinden geri dönerek Ruhsâtî Baba’nın mezarı üzerinde kanat çırptıktan sonra Darende yönüne doğru, Somuncu Baba’ya giderlermiş. Çorum’da bir kadın Ruhsâtî Baba’yı rüyasında görür. Ruhsâtî Baba kadına, “Gel beni ziyaret et”, der. Uykudan uyanan kadın, Ruhsâtî Baba’yı araştırıp soruşturduktan sonra, Deliktaş köyüne gelir. Köyden satın aldığı bir kurbanı Ruhsâtî Baba’nın mezarında kestirerek köylülere dağıtır. Daha sonra rüyasını köylülere anlatarak ziyaret sebebi hakkında bilgi verir. Hasta olarak gelen kadın sıhhatine kavuşarak memleketine döner.
Hayvanların “bostca” hastalığının tedavisi için buraya gelip Ruhsâtî Baba’nın mezarından aldıkları toprağı tuza katarak hayvanlara yalattırırlar. Çocuğu olmayan kadınlar, çocuk sahibi olmak için mezarlığa gelip mümkün ise, Ruhsâtî Baba’nın mezarının yanında bir gece yatarlar. Ertesi gün mezarın üzerinden bir avuç toprak alarak oradan ayrılırlar. Bu toprağın bir kısmını yedi gün yemeklerine katarak yerler. Kalan kısmını da muska yaparak boyunlarına asarlar. Gurbete giden gençler, gitmeden önce Perşembe günü Ruhsâtî Baba’nın mezarını ziyaret ederek ondan izin alırlar. Askere gidenler, burayı ziyaret edip izin aldıktan sonra mezardan bir miktar toprak alarak onu hamayel şekline getirip üzerlerinde taşırlar. Böylece kendilerine gelebilecek bela ve kötülüklerin defolacağına inanırlar. Ayrıca havalar kurak gittiği zaman, yağmur duası için oraya gidilerek kurbanlar kesildiği gibi, gece uykusunda ağlayan ve karanlıktan korkan çocuklar için de, Ruhsâtî Baba’nın mezarı ziyaret edilerek yardım istenir.
Ruhsatî, irticali olan fakat saz çalmayan bir âşıktır. Fiziki olarak uzun boylu, beli bükük, çil yüzlü, çakır gözlü, sarı sakallı bir yapıya sahip olan Ruhsatî, karakter itibariyle de ideal insan vasıflarına sahiptir. Basiret, kanaat, tevazu ve izan sahibidir. Haramdan, gıybetten kaçınmış; sır saklamasını bilmiş, kimsenin azına çoğuna karışmamış, kimsenin malına göz dikmemiştir. Samimi bir Müslüman olup İslâm Peygamberini aşk derecesinde sevmiştir.
XIX. yüzyılın seçkin halk şairlerinden olan Ruhsatî, şiirlerinin çoğunu hece vezni ile yazmıştır. Âşık Ömer ve Gevherî, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet Üstadım, Dadaloğlu gibi âşıklarla, Dertli ve Seyranî’nin de etkisinde kalmıştır.
Ruhsatî’den etkilenen âşıkların başında oğlu Minhacî gelir. Minhacî’den başka Meslekî, Zakirî (Noksanî), Emsalî ve Tabibî gibi âşıklar da Ruhsatî’den etkilenmişlerdir. Ruhsati, Sivas civarında avam tabakasının çok sevdiği bir kişidir. Sağlığında insanlardan ilgi göremeyen ve mutsuz bir ömür sürdüren Ruhsatî;
Sağlığımda beni teperler
Ölünce mezarım öperler
demiş ve öldükten sonra kıymetinin anlaşılacağını hissetmiştir.
Halk Ruhsati'ye:
-Sümmani mi üstün sen mi, diye sorar .
Ruhsati de onları meraktan kurtarmak için Sümmani'ye bir mektup gönderir. Mektubun bir yerinde;
-Bana Erzurum'dan bir tosun al, ama rengi beyaz olmasın, sarı olmasın, kara olmasın, boz olmasın..... Diye bütün renkleri yazar ve mektubun cevabını bekler.
Haftalar sonra Sümmani den cevap gelir. Mektupta şunlar yazılıdır:
-Istediğin tosunu aldım. Almak için pazartesi gelme, salı çarşamba gelme, perşembe cuma gelme, cumartesi pazarda gelme, başka ne zaman gelirsen gel, tosun hazır.
Ruhsati, Sümmani Baba'nın yanına gider.
-Bugün günlerden ne, çarsamba. Ben sana bugün gelme demedim mi? Deyince Ruhsati, oradakilere sorar. Onlarda bir ağızdan; Bu gün Bayram cevabını verirler.
Şeyh Mehmet
Tanyu, Sivas’a üç saatlik bir mesafede, çolak, kötürüm ve felçlilerin, cine çarpıldığına inananların götürüldüğü Karacalar Tekkesi’nden söz eder . Burada "devletlinin yanında yatırıldığı"nı, "yarı uyku halinde iken ak sakallı biri"sinin gelerek üç defa hastanın sırtını okşadığını, "büyük postu alayım da küçük sırtına örteyim" dediğini, sonra hastanın "ben yürüyorum" diye bağırdığını ve kapıyı açtıklarında, hastanın yürüdüğünün görüldüğünü nakleder. Kaya, Ulaş ilçesindeki Küpeli Baba ve Çam Dede’nin Karacalar Tekkesindeki zatın kardeşi olduğunun ileri sürüldüğünü kaydeder . Burada yatan zatın asıl adı Mehmet’tir. Tekke köyü yakınlarındaki tekkeye “Karacalar Tekkesi” denilir. Buraya sinir, felç hastaları getirilir. Kurban kesilir. Fakir kimseler ise tekke bekçilerine para veya eşyalar verirler. Bir gece orada kalınır. Allah’a hamd ü senalarda bulunurlar. Ertesi gün ayrılırlar.
Metin Bozkuş Sivas-Ulaş Yöresindeki Aleviler hakkında bilgi verirken bunların, Sünni bir köy olan Gümüştepe (Şeyh Derdiyar) köyünde bulunan ve cami avlusundaki “Karacalar Tekkesi” denen türbeye, hastalarını götürdüklerini, bunları orada yatırdıklarını, iyileştikten sonra da buraya kurban kestiklerini ve buraya çevre Sünni köylerden de gelen olduğunu yazmaktadır.
Gümüşpınar köyü, Ulaş ilçesinin güneyinde yer alır ve ilçe merkezine 10 km. uzaklıktadır . Köyün ismi, önceki yıllarda Şeyhler Diyarı, Tekke, Karacalar Tekkesi iken sonradan değiştirilerek devlet tarafından “Gümüşpınar” adı verilir. Bunun dışında köyün, yörede en çok bilinen adı “Karacalar Tekkesi” olmakla birlikte “Şeyhler Diyarı” ve “Derecik Ağılı” isimleri de vardır.
Karacalar Tekkesi adını almasıyla ilgili şöyle bir rivayet anlatılır. Ulaş’a bağlı Karacalar köyünden yaklaşık 150-200 sene önce birkaç kişi gelerek bu köye yerleşirler. Buraya göç edenlerden dolayı bu köye “Karacalar” denmiştir. Gümüşpınar Köyü’nde bir türbe bulunmaktadır. Bu nedenle köye eskiden “Karacalar Tekkesi” adı verilmiştir.
Şeyhlerdiyarı ismi konması hakkındaki rivayet ise şöyledir: Bu köyde tarihi belli olmayan bir devirde devlet tarafından bir medrese yapılarak etrafında bulunan 12 köyün öşürü (geliri) medresenin ihtiyaçları için gelir olarak verilir. Bu medreseden mezun olan alimlerin çokluğuna nisbetle köye “Şeyhler diyarı” denmiştir.
Hubyar’ın torunu Mustafa’nın oğlu Derdiyar’ın mezarı konusunda Hubyarlıların gösterdiği adres Sivas-Ulaş-(Karacalar) Gümüştepe (Gümüşpınar olmalı) köyüdür . Köyün isminin eskilerde Şeyh Derdiyar olduğu bütün köylüler tarafından bilinmektedir. Anlatılan rivayetlerde Şeyh Derdiyar’ın çeşitli kerametlere sahip ermiş bir kişi olduğu belirtilmektedir. Köylüler Şeyh Derdiyar’ın kimliği ve Hubyar’la bağlantısı konusunda herhangi bir bilgiye sahip değildir . Köyün içinde Cami avlusunda bir türbe bulunmaktadır. Bu türbenin Şeyh Mehmet isimli bir kişiye ait olduğu söylenmektedir. Derdiyar’ ın diğer bir isminin Mehmet olduğu da söylenir. Türbe üzerindeki mermerde bu isim yazılmıştır. Fakat türbenin ne zaman yapıldığı konusunda bir bilgi yoktur. Bu türbenin çevrede bulunan Alevi-Sünni insanlar tarafından ziyaret edildiği, özellikle çocuğu olmayanların burayı ziyaret ettikleri anlatılır.
Horasan evliyalarından olup yedi kardeşin mezarları da çevre yörelerde bulunduğu, Şeyh Mehmet’in bir sefer sırasında bu köyde çobanlık yaptığı ve burada vefat ettiği, sağlığında çeşitli kerametler göstermiş olduğu rivayet edilir. Bununla birlikte, herhangi bir kitabesi olmayan Mehmet Dede türbesinin, Yavuz Sultan Selim zamanında, türbe, medrese, ve çeşme olarak yapıldığı söylenilir . Bugün ise, medrese ve o caminin enkazı bile kalmamış taşları ev yapımında kullanılmıştır. Mezarın etrafında başka şahısların mezarları da vardır. Eskiden etrafında ağaç oymadan yapılmış bir mekan var iken, bu şimdi yoktur. Türbeye akli dengesi bozuk olanlar, sara hastaları, felç geçirenler gelmektedir. Bu hastaların şifa buldukları ifade edilmektedir. Abdest alınmasını müteakip iki rekat namazdan sonra, dua edilip dilekte bulunulmaktadır. Hali vakti iyi olanlar, burada koyun veya inek keserek fakirlere ve köy halkına dağıtmaktadırlar. Halk arasında yaşayan rivayetlere göre; Yavuz Sultan Selim Mısır ve Bağdat seferlerine giderken Ordusu, şimdi Yenikarahisar ve Gümüşpınar köyleri arasındaki düz ovada dinlenmek istemiş ve orada otağ kurmuştur. Kendisine Şeyh Mehmet Dede'den bahsedilince, 3 altın göndererek Dede'yi huzuruna çağırır. Elçi geldiğinde Dede bahçe bellemektedir. Bu esnada elçiye bahçedeki her şey altın olarak gözükür. Elçi utancından o üç altını veremez ve sadece, "Padişah sizi çağırıyor", der. Şeyh Mehmet Dede de bahsetmediği üç altını çocukları için harcamasını söyler. Elçi hayrete düşer. Dede, Elçi'ye "sen git ben de arkandan geliyorum" der. Elçi padişahın yanına gelince Dede'nin oraya kendisinden önce gelmiş olduğunu görür ve hayret içinde kalır. Bu arada padişah ve Dede iki salatalık tohumu dikip başlarına birer bekçi koyarlar. Padişah seferden dönerken bakarlar ki, Dede'nin ektiği meyve verirken padişahın ektiği henüz çiçek açmaktadır. Bunun üzerine padişah bu köylerin öşürünün % 10'unu bu köye bağlar, medrese cami ve çeşme yaptırır.
Yılda 2.000-2.300 kişinin ziyaret ettiği türbenin kumbarasına atılan paralarla türbenin bakımını köy ihtiyar heyeti yapmaktadır.
Yalıncak Sultan
İlçenin 30 km doğusunda bulunan köy ismini, Hacı Bektaş Veli’nin 5. Halifesi olan Pirep Sultan’ın oğlu Yalıncak Sultan'dan alır. Köyde Yalıncak Sultan soyundan Mahmut Yalıncakoğlu yaşamaktadır . Bugün tekkenin postnişini de odur. Köye sonradan göçler yoluyla Ağuiçen Ocağı dedeleri de yerleşmişlerdir .
Anlatılır ki, Yalıncakoğullarından Mahmut Efendi Dede bir talip kızıyla evlenir. Bu sebeple düşkün olup Hacı Bektaş’a gönderilir. Evlendiği kız da musahibinde emanet olarak kalır. Orada yedi yıl felçli bir kadına hizmet eder. Bir gün hortum çıkar ve kadının felç hali geçer. O zamanlar Hacı Bektaş Postunda Velayettin Hürrem Çelebi bulunmaktadır. “Git köyüne bir aş evi, at evi ve mihman evi yap”, der Mahmut Efendi’ye. Bunun üzerine 1905 yılında Mahmut Efendi aşevini, atevini, mihmanevini yapar. Türbe en son olarak 1907 yılında Sarı İsmail oğlu Mahmut Efendi tarafından Ermeni Ustalarına 580 Osmanlı Lirasına yaptırılır. Türbenin taşları Aylioğlundaki taşlı tepeden diğer taşlar ise Horasan kaymatması olarak Zara (Cimrti) den getirilir. Mahmut Efendi Dede 1917 yılında hakka yürür. 1917 yılında posta Kara Veyis oturur. Kara Veyis Yalıncak Sultan soyundan Divriği’ye taşınan Eyüp Ağa soyundan gelmektedir. Mahmut Efendi Dede ile amca çocuklarıdır. 1924-26 yıllarına kadar gönüllü dervişler gelir. Yalıncak Sultan köyünde bulunan arazileri ise sonradan köye gelenler üzerlerine geçirirler. 1926 yılında Mahmut Efendi Dede’nin oğlu Hamza Dede Divriği Mahkemelerine dava açarak Yalıncak Sultan sülalesinden olduğunu ispat eder. Durumu tescil ettirip köyde bulunan bazı arazileri geri alır ve posta oturur. Türbenin tamir ve bakımını yaptırır. Tekke ve Zaviyelerin kapatılması kanunu ile birlikte burası da kapatılır. Bu dönemde kurbanlar Yalıncak soyundan bir kızın evlendiği Tepeköy’e gitmektedir. Yalıncak Sultan niyetine Talipler kurbanlarını buraya keserler. 1937 yılında köydeki çekememezlikler yüzünden tekke şikayet edilir ve Devlet tarafından türbe Yalıncak köyünde bulunanlara yıktırılır. 1942 yılında Tekke tekrar faliyete başlar. O tarihte postta Hamza Dede oturmaktadır. 1951 yılında Hamza Dede Hakk’a yürür. 1951 ile 1978 yılları arasında tekkenin postunda oğlu Mehmet Efendi Dede oturur. 1978-1993 yılları arasında Babo diye tanınan Mehmet Efendi oğlu Hüseyin Fevzi Dede postnişinlik yapar. 1993 yılından bu tarafa da halen de Yalıncak Sultan sülalesinden Hüseyin Fevzi Dede’nin oğlu Mahmut Yalıncakoğlu tekkenin postnişinliğini yapmaktadır.
Mahmut Yalıncakoğlu Dede Yalıncak Sultanın büyük bir kahraman olduğunu, isyanlarda başarılarından dolayı kendisine ‘Tabanı büyük er Mustafa’ lakabının verildiğini söyler. Mahmut Dede’nin Yalıncak Sultan’la ilgili anlattıkları şöyledir.
“Esseyid Muhammet Nuri Hacı Bektaş Veli’nin 5. Halifesi olan Pirep Sultan Ulu cemlerde çerağcısı idi. O tarihte Konya’da Molla Sadreddin isminde medrese hocası vardı. Bir gün Hz. Hünkar Hacı Bektaş-i Veli’ye bir nağme yazarak ya peygamber evladı bize pir gönder ki, bize Muhammed Ali yolunu izah ede ve Hacı Bektaş Veli çerağcısı Pirep Sultan’a Molla Sadreddin’in bizden istediği kişi sensin var hazırlan.
Pirep Sultan Hz. Hünkara dönerek sizce malum değilmi ki, ömrümün son dönemlerinde beni cemalinizden mahrum eylemeyin.
İlahi çerağcı! Atılan ok geri döner mi? Var git hizmetine bak ne hizmet göreceksen. Bunun üzerine Pirep Sultan aile efradını yanına alarak Konya’ya varır. Molla Sadreddin Pirep Sultan’a burada bir konak verir, hizmetini burda gör dedi. Epey bir zaman o medresede, muhiplere yol yordam öğretti. Hz. Hünkar’ın isteğini (emrini) yerine getirir. Bu arada Konya’da bir salgın hastalık baş gösterir. Bu hastalıktan bütün Konya halkı etkilenir. Pirep Sultan’ın üç oğlu da bu hastalığa yakalanır. Hastalık yüzünden iki oğlunu kaybeder. Geriye çocuk yaştaki oğlu “Seyit Muhammed Nuri” namı diğer Yalıncak Sultan kalır. Fakat Yalıncak Sultan da bu hastalıktan kurtulamamıştır henüz. Bu durumu gören Hatem Ana, Pirep Sultan’a dönerek Hz. Hünkar’a bu kadar hizmetin var niyaz et ki, Allah aşkına oğlumuzu bize bağışlasın. Pirep Sultan hanımına dönerek ilahi kadın sabır eyle benim Hünkar’a olan hizmetimi boşa mı çıkaracaksın? Bu arada çocuğu iyice ağırlaşmaya başlar. Pirep Sultan’ın talebeleri de bu durum üzerine cenaze hazırlıklarına başlarlar. Bu durumu gören Hatem Ana çırpınır, dövünür, feryada başlar. Çocuk bu arada Hakk’ın rahmetine kavuşur. Pirep Sultan Hatem Ana’nın feryadını görünce cenaze hazırlıklarını bitiren cemaate dönerek, “ ey cemaat bu çocuğun cenaze namazını ölü niyetine mi kılalım? Yoksa diri niyetine mi?” Cemaat Pirep Sultan’a dönerek diri niyetine pirim, diri niyetine”. Bunun üzerine Pirep Sultan cenazeye yaklaşarak çocuğun sağ elini tutup, “Allah aşkına, Hünkar aşkına kalk”, der ve çocuk dirilir. Bir kaç yıl geçer, Yalıncak Sultan büyümüş ilim, irfan öğrenmeye başlamıştır. Bu arada Hatem Ana Hakk’ın rahmetine kavuşur.
Günlerden bir gün Pirep Sultan oğlu Yalıncak Sultan’ı yanına çağırarak ya Nurim benim de ölümüm yakındır. Oturduğumuz evi Molla Sadreddin’e verip cenaze namazımı kıldırdıktan sonra, var git Hz. Hünkar’a. Senin kısmetin ondadır. Yalıncak Sultan babasının vasiyetini yerine getirir ve yola çıkar. Hz. Hünkar Hace Bektaş Veli bir sabah namaz kılarken halifelerinden Sarı İsmail ve Emircem Sultan’ı yanına çağırarak bize Konya tarafından bir ‘Yalıncak’ gelir varın onu huzuruma getirin. Emircem Sultanla Sarı İsmail bir müddet yol aldıktan sonra sarışın bir delikanlıyla karşılaşırlar. Selamlaşıp görüşürken Emircem Sultan Sarı İsmail’e dönerek, “Hz. Hünkar’a hamd olsun ki, ben bu delikanlıdan Pirep Sultan’ımın kokusunu hissederim”, der. “Acaba ne hikmet ola?” Bu söz üzerine Yalıncak Sultan, “Doğru söylersin, ben Pirep Sultan’ın oğluyum.” Beraber Hz. Hünkar’ın huzuruna gelirler.
Hz. Hünkar, “bu delikanlıyı yıkayıp giydirin huzuruma getirin.”, der. Huzura getirilen delikanlıya Hüseyni tacı (Yeniçerilerin giydiği taç) giydirilir. Dergaha yalın ayak geldiği için ‘Yalıncak Sultan’ lakabını alır. Hünkar Yalıncak Sultan’a dönerek, “var gör huzurumuzda hizmet ver, gün ola ki sana hizmet vereceğiz.”, der.
Bu arada Sivas’ın Karabel bölgesinden geçen İpek Yolu bugünkü Yalıncak Sultan dergahından geçmektedir. Bu ormanlık bölgedeki bazı gruplaşan çeteler ipek yolundan geçen kervanları soyuyorlardı. Bu durum çok ciddi bir hal alınca kervan sahipleri Sivas’ın sancak beyi Rüknettin Paşa’ya durum bildirilir. Paşa o bölgeye asker gönderir. Fakat bir gece baskınıyla askerler çeteler tarafından öldürülür ve talan devam eder. Padişah Alattin Keyhüsrev bu durum üzerine Osmanlıya savaşlarda yardım eden Hünkar Hacı Bektaş Veli’ye bir nağme yazarak “Ey peygamber evladı! Bize bir care”, der. Hünkar bunun üzerine dergahındaki çeşitli savaşlarda büyük başarılara ulaşan komutan rütbesine yükselen Yalıncak Sultan’ı yanına çağırarak, “Ya Nurim! Sana bir görev vereceğiz, var git kısmetini gör. Toprağın kefaretin olsun. Arayan seni orda bulsun.” Yalıncak Sultan yanına dergahtaki gönüllü askerleri alarak Karabel bölgesine gelir. Ve savaş başlar büyük kayıplar verilir. Öyle ki, Yalıncak Sultan’ın, o büyük kahramanın takatı kalmamıştır artık. Bu durumdan yararlanan çeteler o mübarek insanı orda şehit ederler. Fakat Allah’ın izniyle Yalıncak Sultan Hünkar’ımın emri yerde kalmasın kellesini koltuğuna alarak savaşmaya, çarpışmaya devam eder. Bu durumu gören çete içindeki bir kadın bu kişi tekin er değildir. Silahlarınızı bırakın yoksa hepimiz helak olacağız. Savaş kazanılır ve Seyit Muhammed Nuri şehit düşer.”
Rivayete göre, Pireba Sultan, Hacı Bektaş Dergahında hizmette bulunurken, Sadrettin Konevi’nin isteği üzerine ilim öğretmek için Konya’ya gönderilir. Üç oğlu ve eşi Hatun Ana’yı yanına alarak Konya’ya giden Pireba Sultan Konya yöresinde büyük sevgi kazanır ve medresede ilim irfan öğretir. Bu sırada Konya’da bir taun (hastalık) olur. Bu hastalıkla her evde çocuklar vefat eder. Pireba Sultanın iki oğlu Mehmet ve İbrahim Hakk’ın rahmetine kavuşur. Bu sırada Muhammed Nuri de hastalanır ve vefat eder. Çocuğun vefat ettiğini gören Sultan ve Sadrettin Konevi’nin öğrencileri çocuğu defnetmeye hazırlanır. Bu hazırlıkları gören Hatun Ana Pireba’ya der ki, “Ey erim! Dilek dile de bu yavrumuzu Allah bize bağışlasın”. Pireba Sultan ellerini kaldırır ve dua eder. Hakk’ın emriyle kalk der ve cocuk ayağa kalkar. Pireba Sultanın bu kerametini görenler ona bağlılık gösterirler ve zamanla bir gün Pireba Sultan oğlunu yanına çağırır ve “Ya Nuri! Pirim beni Konya’ya gönderirken benden bir gül istedi. Bu gülden kasıt sensin. Benim ölümüm yakındır. Burada durma Hacı Bektaş’ın huzuruna git” der. Bunun üzerine Nuri Sultan yalınayak yola çıkar. Hacı Bektaş’ın yanına Yalınayak geldiği için Yalıncak ismiyle anılır. Yalıncak Sultan Hacı Bektaş’ın yanında eğitimini alır. Selçuklular döneminde Yalıncak Sultan karışıklıkları önlemek icin savaşır ve başarılarından dolayı kendisine bir sancak verilir . Bu sırada Sivas’ın Karabel bölgesindeki kargaşayı önlemek için buraya gönderilir. Yalıncak Sultan Divriği, Zara ve Hafik sınırında çetelerle çarpışırken şehit düşer ve şehit olduğu yere gömülür. Zamanla burası bir yerleşim yeri olur ve Yalıncak ismi verilir. Yalıncak Sultanın burada kelle koltuğunda savaştığı da rivayet edilmektedir.
Yalıncak Sultan türbesine her türlü dileği olanlar gelmektedir. Alevi Sünni fark etmeden çocuğu olmayanlar buraya gelerek burada kurban niyet ederler. Eğer bana evlat verir isen kurban keserim diye adak adarlar. Yalıncak Sultan türbesine gelenlerin yapmış olduğu uygulamalar görenler tarafından şöyle anlatılmaktadır. Birisi felç olmuş buraya gelir, gelince abdestini alır burada ona bir yatak serilir ve uyur. Rüyasında bir sakallı kişi görür. O kişi de ona kalk git sen ağladın beni rahatsız ettin sen iyileştin der. O da yürüyerek çıkıp gider. Bunun gibi bir sürü örnek yaşadım. Geçen yıl bir bacımız gece mezarlığa gidiyor. Mezarlıkta aniden bir ses duyuyor korkup konuşamıyor. Bir tanıyan diyor ki Yalıncağa git. Geldi burada bir gece beyiyle beraber türbede uyudular. Bir müddet sonra kadının kocası gelip dedi ki “Gözümüz aydın hanım konuştu. Bunların dışında çocuğu askere gidenler, kaza geçirenler, hastalık geçirenler niyet ederek buraya kurban adar ve dua ederler. Askerden döndükten veya iyileştikten sonra kurbanlarını buraya keserler.
Yalıncak Sultan Talipleri; Ordu (Merkez) - Aydın- Ankara-İstanbul- Çorum-Kırıkkale-Yozgat (Yerköy) - Sivas (Divriği,Hafik,İmranlı) da bulunmaktadırlar.
Yalıncak Sultan Dedeleri ; Hafik – Tepeköy (Hamza Dedenin torunları) , Akpınar (Aziz Bayram Dede), Karayapak Köyü (Temurlar) Divriği Aydoğan (Örenik) de bulunmaktadırlar.
Yalıncak köyünde, ayrıca Seyit İsmail Türbesi bulunmaktadır.
Abdul vahabi Gazi Hazretleri, Abdulvahabi Gazi, Abdulvahabi Gazi Hazretleri, Abdulvahabi Gazi Hazretleri Sivas, Abdulvahabi Gazi Hazretl ve Türbesi, Abdulvahabi Gazi İlköğretim Okulu, Abdulvahabi Gazi Türbesi, Abdulvahhabi Gazi, Abdulvehabi Gazi, Avgazi, Sivasduvahabi Gazi Hazretleri ve Türbesi, Sivas mezarlık, Sivas Yukarı Tekke , Alemlere Rahmet, Hz. Muhammed, Peygamberimiz’in Hayatı, Peygamber Efendimiz, Hz. Muhammed’in Hayatı, İslam, Kur’an, hadisler, hilye-i şerif, dualar, dini bilgiler, ilmihal, Kütüb-i Sitte, esma-ül hüsna, dini kıssalar, Mekke, Medine, gözlerimizin nuru namaz, EVLİYÂLARIN KABİRLERİ,türküler, türkü, Sivas, Sivas türküleri, Sivas türkü sözü, Sivas türkü sözleri, Evliyalar Menzilidir türkü sözü, Evliyalar Menzilidir türküsü sözleri, Evliyalar Menzilidir türküsü, türkü sözü, türkü sözleri, turkuler, turku sozleri, şarkı sözleri, şarkı sözü, sivas yatırlar, sivas evliyalar, sivas gönül dostları, sivas şeyhler, sivastaki türbeler, sivas ziyaretgahlar, sivas alimler, sivaslı imamlar, sivas hoca, sivas hoca imam, tarikatlar, sivas dergahlar, sivas camiler, sivas haber, KARA ŞEMS , Şemseddîn Ahmed Sivâsî, Sivas Evliyaları, Türkiye Evliyaları, Evliyalar Ansiklopedisi, Ehli Sünnet Büyükleri, Sivas İslam Alimleri, Sivas Evliya Hayatları, Yalıncak Sultan, Şeyh Mehmet, Deliktaş, kangal, Aşık Ruhsati, Cogi Baba, Pir Sultan Abdal, Banaz, Numan Sabit Efendi, Şemseddin Sivasi, İsmail Sivasi, Ali Baba, Sivas, Buruciye Medresesi Türbesi, Şeyh Hasan Türbesi, Güdük Minare, Şeyh Çoban, Sivas Şehitler, Süt Evliyası, Akbaş Sultan, Kadı Burhaneddin, Ahi Emir Ahmet, Şeyh Erzurumi, Ahmed Turan Gazi, Sivas soğuk çermik, iHRAMCIZADE İSMAIL HAKKI, Abdulvahabi Gazi Hazretleri, Abdulvahabi Gazi
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.